Washington Konsensüsü (WK) IMF ve Dünya Bankası gibi ABD merkezli kurumlar tarafından krizle boğuşan gelişmekte olan ülkeler için önerilen “standart” reform paketiydi. Terim ilk olarak 1989’da İngiliz iktisatçı John Williamson tarafından kullanıldı. Pakette yer alan reçeteler deregülasyon, liberalleşme ve özelleştirilme gibi serbest piyasayı teşvik eden politikaları kapsıyordu. Ayrıca, bütçe açıklarını ve kamu harcamalarını minimuma indirmeyi amaçlayan maliye ve para politikalarını da gerektiriyordu. Kısaca Washington Konsensüsü emperyalizm tarafından yoksul ülkelere dayatılan neoklasik bir politika modeliydi. Esas kilit noktası tarife ve gümrük vergilerinin olmadığı ve küresel sermayenin serbest akışının sağlandığı bir “serbest ticaret” ortamının sağlanması idi. Özellikle bu niteliği ile WK ABD'nin hegemonik konumuna fayda sağlayan bir modeldi.
Ancak Çin'in küresel olarak rakip bir ekonomik güç olarak yükselişi ve WK reçetelerinin gelişmekte olan ülkelerde ekonomik büyüme sağlama ve eşitsizliği azaltmadaki başarısızlığı yeni bir “uzlaşı” ortaya çıkarılmasını gerekli kılmış gözüküyor. (Son 20 yılda ABD'nin küresel GSYİH içindeki payı yüzde 30’dan 25’e düşmüş durumda. Aynı dönemde Çin'in payı yüzde 4'ten yüzde 17'nin üzerine çıktı.) Özellikle 2010'lardaki Büyük Resesyondan bu yana, ABD ve diğer gelişmiş kapitalist ekonomiler durgunluk yaşıyor. Hızla artan ticaret ve sermaye akışlarına dayalı "küreselleşme" durdu ve hatta tersine döndü. Küresel ısınma, çevresel ve ekonomik felaket riskini artırdı. ABD dolarının hegemonyasına yönelik tehdit büyüdü. Yeni bir "konsensüs" gerekiyordu. Bu bağlamda geçen ay ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın konuşması önemliydi. Sullivan konuşmasında devrini tamamlayan WK’nın yerine Yeni Washington Konsensüsü olarak adlandırdığı programın ana hatlarını açıkladı.
Bu “yeni konsensüs”e göre ulusal hedeflere ulaşılması için eskisinin serbest ticaret ve sermaye akışı ve kamu müdahelesinin minimize edilmesi prensipleri hükümetlerin şirketleri sübvanse etmek ve vergilendirmek için müdahale ettiği bir "endüstriyel strateji" ile değiştirilecek. Daha fazla ticaret ve sermaye kontrolü, daha fazla kamu yatırımı ve zenginlerin daha fazla vergilendirilmesi gündeme gelecek. Bu temaların altında, artık küresel anlaşmalar değil, bölgesel ve ikili anlaşmalar öne çıkacak. ABD Maliye Bakanı Janet Yellen da "modern arz yönlü iktisat” olarak adlandırdığı bu yeni yaklaşımı sermayeye sağlanan vergi indirimleri ve agresif deregülasyonlarla ekonominin potansiyel çıktısını artırmayı hedefleyen (ancak başarılı olamayan) geleneksel arz yönlü yaklaşımlardan farklı tutuyor. Yellen’a göre “Modern arz yanlı iktisat işgücü arzına, beşeri sermayeye, kamu altyapısına, Ar-Ge'ye ve sürdürülebilir bir çevredeki yatırımlara öncelik verecek. Biden Yönetiminin ekonomik stratejisi, piyasaya yönelik teşvikler ve ampirik olarak kanıtlanmış stratejilere dayalı doğrudan kamu harcamaları yoluyla özel sektörle işbirliğini hedefliyor. Örneğin, temiz enerji, elektrikli araçlar ve karbonsuzlaştırma için bir teşvik ve indirim paketi, şirketleri bu kritik yatırımları yapmaya teşvik edecektir.” Ve vergi cennetlerinden kaçınmayı ve diğer kurumlar vergisinden kaçınma hilelerini durdurmak için hem ulusal hem de uluslararası anlaşmalar yoluyla şirketleri vergilendirme yoluna gidileceğini de ekliyor.
Açıkçası ben bu görüşleri ve yaklaşımları fazlasıyla iyimser buluyorum. "Teşvikler" ve "vergi düzenlemeleri"nin arz yönlü başarı sağlaması zor, çünkü kapitalist üretim ve yatırımın mevcut yapısına büyük ölçüde dokunulmamış olacak. Modern arz yanlı ekonomi özel sektörün yatırım iştahını kamu müdaheleleri vasıtasıyla “doğru yöne” yönlendirmeye çalışıyor. Ancak mevcut kapitalist yapı sermayenin kârlılığına bağlı. Halbuki şirketlerin vergilendirilmesinin ve kamu düzenlemelerinin kârlılıkları herhangi bir teşvik ve devlet sübvansiyonunun artıracağından daha fazla düşürmesi muhtemel. Kısaca bu seferki konsensüs şirketlerin çok da işine gelmeyecek. Bu nedenle, esasen iktisadi anlamda bir duraklama dönemine girmeye başlamış olan Batı’nın kendi ekonomilerini savunmaya yönelik ve esasında “korumacılık” içeren bu tip politikalarının başarı şansı düşük kalacaktır.