Yeni sürdürülebilirlik çağrısı: Kısma, çoğalt!

Arda Öztaşkın
Arda Öztaşkın Akıllı Sürdürülebilirlik

Zaman bolluğu, anlam bolluğu, güven bolluğu gibi insani değerlerin de hesaba katıldığı yeni bir anlayışa ihtiyacımız var.

Bolluk, sadece ‘ne kadar-neyimiz var?’ sorusuyla değil, ‘nasıl yaşıyoruz, kimlerle paylaşıyoruz, ne tür bir refah üretiyoruz?’ gibi sorularla birlikte düşünülmelidir.

İklim değişikliğinden ekonomik krizlere, göç hareketlerinden sosyal eşitsizliklere kadar birçok küresel sorunla karşı karşıyayız. Tüm bu meselelerin ortak paydasında ise modern ekonominin ve toplumsal düzenin en güçlü anlatılarından biri olan kıtlık var.

Kaynakların kıtlığı, yalnızca bir arz-talep meselesi değil; çağımızın en güçlü mitlerinden biri. Ekonominin kurucu önermesi olan ‘kaynaklar kısıtlı, ihtiyaçlar sonsuzdur’ anlayışı, sadece piyasaları değil, bireysel kararlarımızdan küresel politikalara kadar yaşamın her alanını şekillendiriyor. Bu paradigma, rekabeti kutsallaştırırken dayanışmayı zayıflatıyor, bireyselliği yüceltirken toplumsal bağları koparıyor, tüketimi teşvik ederken gezegeni tüketiyor.

Bugün karşı karşıya kaldığımız çok boyutlu krizler, bu kıtlık anlatısının artık çözüm değil, sorunun kendisi olduğunu gösteriyor. İnsanlık, tarihinde hiç olmadığı kadar teknolojik güce, bilgiye ve üretim kapasitesine sahipken neden hâlâ yoksulluk, açlık ve ekolojik yıkımla mücadele ediyoruz?

Bolluğun yeni tanımı!

Ezra Klein, Bolluk (Abundance) adlı son kitabında kıtlık mitine karşı radikal ama umut dolu bir alternatif sunuyor: ‘Gelecek, daha azla değil, daha çokla kurulabilir. Yeter ki bu, doğru ilkelerle yönlendirilsin.

Bugün anladığımız haliyle ‘bolluk’ kavramı, büyük ölçüde neoliberal dünyanın aşırı üretim ve tüketim döngüsünün bir çıktısı. Daha çok üretmek, daha çok tüketmek ve ne pahasına olursa olsun büyümek…

20. yüzyılda bu model refah yaratmış gibi görünse de aslında toplumsal eşitsizlikleri derinleştirdi, gelir adaletini bozdu, çevreyi tahrip etti ve insanlığın ortak geleceğini tehdit eder hale geldi. Bugün, bu büyüme illüzyonunun bedelini, iklim krizinden sosyal kutuplaşmalara kadar ağır sorunlarla ödüyoruz.

Klein’ın savunduğu bolluk tanımı ise mevcut modelden çok farklı: Etik, ekolojik ve toplumsal değerlerle şekillenen, büyümeyi değil derinleşmeyi hedefleyen, kaynakları değil değerleri çoğaltan bir bolluk.

Bu yaklaşım, tarihçi David M. Potter’ın 1954’te yayımladığı Bolluk Toplumu (People of Plenty) adlı eserine de referansla, bolluğu yalnızca maddi değil, kültürel bir güç olarak tanımlıyor: ‘Bolluk; bireyleri geliştiren, toplumu esneten, yeniliği teşvik eden bir ortam sunar. Kıtlık ise tam tersine, rekabeti körükler, dayanışmayı bastırır, bireyselliği artırır ve korkuyu yayar.’

Bu bakış, bizi bolluğun yalnızca niceliksel değil, niteliksel bir mesele olduğuna götürür. Yani bolluk, sadece ‘ne kadar-neyimiz var?’ sorusuyla değil, ‘nasıl yaşıyoruz, kimlerle paylaşıyoruz, ne tür bir refah üretiyoruz?’ gibi sorularla birlikte düşünülmelidir.

Eko-sosyal dönüşüm ihtiyacı

Gerçek bolluğun, artık yalnızca ekonomik göstergelerle tanımlanması yeterli değil. Zaman bolluğu, anlam bolluğu, güven bolluğu gibi insani değerlerin de hesaba katıldığı yeni bir anlayışa ihtiyacımız var. Bu, yalnızca doğayı korumayı değil; insan onurunu, toplumsal adaleti ve kültürel çeşitliliği de içine alan eko-sosyal bir dönüşüm gerektiriyor.

Sürdürülebilirlik meselesi de bu dönüşümün göbeğinde. Sürdürülebilirlik bugüne dek kısıtlama ve fedakârlık kavramlarıyla özdeşleştirildi. Halbuki asıl mesele, sınırlı kaynaklar içinde daha yüksek yaşam kalitesi üretebilmek olmalı. Daha yaşanabilir şehirler, daha erişilebilir sağlık hizmetleri, daha kapsayıcı eğitim ve daha az belirsizlik… Gerçek bolluk da bu değil mi zaten?

Kısıtlarla değil, potansiyelle düşünmek

Kıtlık zihniyeti yalnızca bireysel yaşamlarımızı değil, politik stratejileri de şekillendiriyor. Göçmen karşıtlığı, yenilenebilir enerjiye direnç, inovasyona duyulan güvensizlik… Hepsi, kıt olan kaynakların mevcut düzeni sürdürmeye yetmeyeceği varsayımından besleniyor.

Klein’ın argümanı, bu noktada teknolojiyi merkeze alıyor. Günümüzde temiz enerjiye, biyoteknolojiden dijital alt yapılara kadar elimizde geleceği dönüştürecek güçlü teknolojik araçlar var. Ancak bu araçların, yalnızca etik ilkeler ve kamu yararını gözeten politikalar ile yönlendirildiğinde gerçek bir dönüşüm yaratma şansına sahip olduğunu da unutmamak gerekiyor.

Sonuç: Umut olarak bolluk!

Ezra Klein’ın önerdiği bolluk vizyonu, yalnızca teknik bir kalkınma modeli değil, aynı zamanda ahlaki ve kültürel bir çağrı. Bugün uygulanması zor olabilir. Pek çokları için bu yaklaşım, fazlasıyla romantik veya ütopik de gelebilir. Ancak, mevcut modelin bizi yaka paça sürüklediği yer de ortada!

İnsanlık, kıtlık mitinin dar dünyasından sıyrılıp, dayanışma temelli bir bolluk hayaline yöneldiğinde; iklim krizine, eşitsizliğe ve teknolojik risklere karşı daha dirençli bir toplum inşa edebilir.

Bolluk, sadece daha çok şeye sahip olmak değil; daha çok anlam, daha çok adalet, daha çok eşitlik, daha çok yaşam demektir. Ve belki, sürdürülebilirliğin -gerçek tanımı- tam da budur.

Tüm yazılarını göster