Başarı öykülerini paylaşmanın, iş yaşamının derinliklerinde iz sürmenin, duygusal birikimlerimizi açığa vurmanın hepsi insan aynasının yansıttıklarıdır. Bu yazı ise daha değişik bir arayışın sonucudur. Okuyanlara beş varsayımla ilgili sorular soracağım.
Paylaşmak istediğim ilk varsayım şöyle: “Bilimlerin şahı olan fizik, kimya ve biyolojide bile eriştiğimizi söylediğimiz gerçekliğe bile tek bir kuramla yorumlayamıyoruz. Fizikçilerin ‘bileşik kuram’ arayışı boşuna bir çaba değildir. Değişik kuramları denemeden tek bir kuramla, daha kötüsü kuram bile olmayan mutlak inançlara dayalı gerçeklik arayışını zamanın ruhuna hakim kılan toplumlar kalkınamaz.”
İkinci varsayım, “Bilim ve teknolojinin yarattığı değişim ve dönüşümlerin oluşturduğu karmaşa öylesine hızlı artıyor ve yayılıyor ki, günümüzde insanoğlunun çevresinde olup biteni anlaması için değişik kuramlara, modellere ve metotlara ihtiyacı var. Karmaşayı kavrayışa dönüştürmek için başta kuram olmak üzere artan araçların farkında olmadan ve kullanmadan toplumlar hedef belirlense de ulaşamaz,” diyor.
Üçüncüsü, “ Kısa mesaja dayalı iletişim kanallarının yaygınlaşmasının insanların dikkatini 20 dakikadan 4 dakikaya indirdiği hesaplanıyor. ‘Kısa mesaja dayalı iletişim kurabilirsiniz, ama asla düşünce geliştiremezsiniz’ varsayımını ne kadar ciddiye alıyor; sorguluyor ve alternatifini üretiyorsak, nitelikli büyümeyi ve refahı artırmayı o ölçüde güven altına alırız” tezidir.
Dördüncüsü de, “Toplumların ‘düşünce geliştirme açığını kapaması için Çin’ de olduğu gibi hakim güç partinin üniversitesini kullanmak ve her yerde yaygınlaştırılan enstitülerin seçkin beyinlerinin gücünü değerlendirerek hızlı gelişmeyi beslemiyor. Batı Ülkelerinin sömürge emeği, Osmanlı’nın Enderun’da eğittiği seçkin beyinlerin gücü ile gelişmesini sürdürmesi gibi tarihsel gerçekliklerden yola çıkarak, seçkin kurumlarda seçkin beyinler üzerine kurulan bir yapı gerekiyor. Böyle bir yapı oluşturmadan gelişmekte olan ülkeler kalkınma yarışını kazanamaz”varsayımıdır.
Beşincisi, Fukuyama ve Kissnger’in savundukları, “Nükleer silahların yarattığı dehşet dengesi, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana nükleer silahları olmayan ülkelerle bile yaygın bir savaşı önlemiştir. Yerel savaşlar bir yana bırakılırsa, neredeyse bir asırdır kalkınma için bir fırsat alanıdır; bu alanı iyi değerlendiren ülkeler kalkınmış ülkeler safına katılabilir.Türkiye, ‘1000 yılın fırsatı’ diye adlandırılan bu dönemi gerektiği gibi değerlendirememiştir.” varsayımını içermektedir.
Sorular soralım
Tezleri tartışmak için kendimize bir dizi soru yöneltelim: Kuramı iş yapmanın etkin bir aracı olduğunu düşünüyor, gereğini yapıyor muyuz? Bildiklerimiz, bizi değişik kuramları, onların olay ve olguları çözme için geliştirdikleri düşünce araçlarına ulaştırıyor mu? Yoksa, kuramı küçümseyen, onu gereksiz gören, aşırı pragmatizmin israflarının ayrıntılı hesaplarını yapmadan onu yüceltiyor muyuz? İş yaparken, verileri ehlileştirme, ihtiyaçları tanımlama, modeller ve metotlarla değerlendirme ve analitik yetkinliğimizi kullanmayı önemsiyor muyuz? Kurama dayalı analizle yapılan işlerimizle, pragmatik yaklaşımlarımızın yarattığı sonuçlara analiz ederek karşılaştırıyor muyuz?
Başka sorular da sormalıyız kendimize: Kısa mesaja dayalı iletişimin günlük işimize olumlu ve olumsuz etkileri konusundaki “farkındalık düzeyimizi” yeterli buluyor muyuz? Birçoklarının 1000 yılın fırsatı olarak tanımladıkları dönemi gerektiği gibi değerlendirdiğimize kendimizi gerekçeleriyle inandırabiliyor muyuz?
İnsanın akıl gözünü açan
İnsanın akıl gözünü açan merakları peşinde koşmasıdır; bu ilk adımdır. İkincisi, kendi yanılmazlığımıza inanmanın insan olduğumuzu inkâr etmek olduğunu bilmektir. İnsan yanılabilme özgürlüğünü kullanarak gelişen varlıklardan biridir. Üçüncüsü, kendimizi abartmamaktır; satranç oyunda anlatıldığı gibi, filler, atlar, arabalar, askerler, kaleler ve vezirler olmadan şah’ın bir hiç olduğunu akıldan çıkarmamaktır. Dördüncüsü, “ Alet çantasında sadece çekiç olan kişi, herkesi çivi gibi gören” insan doğasını yansıtan gerçekliği de unutmamaktır. Beşincisi de, Ha Joon Chang’ın “Ekonomi Rehberi” kitabında paylaştığı, 200 yıl önce ABD’de kölelik karşıtları gerçekçi bulunmazdı… Bir asır, yani 100 yıl önce İngiltere ’de oy hakkı isteyen kadınların hapse atıldığı unutulmamalı… Yarım yüzyıl önce Fransızlar ’ın bugün lider konumundaki birçok ülke yöneticisini “terörist” diye peşlerini düştüğü de akıldan çıkarılmamalı. Zamanın nasıl değiştiğini, zamanın ruhunun nasıl farklılaştığını anlamak için yetmez mi?
Akıl gözünün açık olması ve bizi yararlı sonuçlara götürmesi, varsayımları sürekli sorgulamakla mümkündür… Yoksa kendi bildiğini tek doğru sanmak aymazlığı değildir.
Yazılanların eksiğini söyleyin, yanlışını düzeltin ki ortak aklın zenginliklerinden yararlanalım… Açık ve gerekçeli eleştiri yapmadan, eleştirilerimizi kontrolsüz sohbetlerin mezesi yaparsak, kasaba kültürü bataklığına gömülürüz…