Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin (CHS) “50+1” kuralının değişmesinin “isabetli olacağı” yorumu üzerinden başlayan tartışma, başlar başlamaz MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin “muhtar seçmiyoruz” ifadesiyle kapanıverdi. Tartışma kapandı kapanmasına ama yakar nitelikteki top halen ortada duruyor.
Bu konuda 5 Aralık’ta kaleme aldığım “Ne sihirdir ne keramet” başlıklı ilk yazıda, Erdoğan’ın söz konusu açıklamasında geçen ve “50+1” kuralının partileri “yanlış yollara sevk ettiği” tespitinin; “Kimin eli, kimin cebinde belli değil. Yok altılı, yok on altılı masa…” ifadesinin önemli olduğunu belirtmiştim. Zira Erdoğan Cumhurbaşkanı. Sadece makamı da değil; bir de bu sistemde kazanan aday olması sözlerine bambaşka bir ağırlık veriyor. Yani müşteki olduğu konu, en azından bugünkü dengelerle, kazanamamak olamaz. Dolayısıyla itirazı, mantık icabı ya bugünkü dengelere ya da sistemin ürettiği sonuçlara ilişkin olmalı. Bunlar birbiriyle ilgili ancak tam anlamıyla örtüşmeyen konular. Bu iki ihtimalin her ikisi de, Türkiye yerel seçimlere giderken, bu süreçte ve sonrasında önemli etkileri olabilecek çerçevelere işaret ediyor.
Bu yazıya kadar odağımız iki ihtimal arasında ikincisi üzerindeydi. Bu yazıda o bahsi kapatacağım.
O noktadan hareketle Cumhurbaşkanının değerlendirmesindeki merkezi meselelerin ittifaklar için yürütülen pazarlıklar, bunların zorladığı tavizler ve doğurdukları sonuçlar olduğu söylenebilir. Bir de şu var. Erdoğan bu müzakereleri en üst düzeyde yürütmek konumunda. Bu nedenle muhtemelen, bu süreçlere ilişkin, bizim bilemeyeceğimiz ancak, kısmen de olsa, tahmin edebileceğimiz ve anlaşılan kendisinin pek de hazzetmediği, deneyimleri de değerlendirmesinde rol oynuyor olmalı. Öyle görünüyor ki burada söz konusu olan ittifakları kurmanın, kurgulamanın, neticelendirmenin ve yürütmenin zorluklarına yönelik bir şikâyet; belki de kazanmak için her defasında bunlara ilişkin strateji oluşturmak zaruretinden bıkkınlık hali. Zira, belli ki her ikisi de “6’şarlı Masa”lara dönüşmüş olan ittifakları bir formda sürdürmeden, neticede bir biçimde taviz vermeden, bu sistemden Cumhurbaşkanı çıkarmak bugünün Türkiye’sinde olası değil. Bu tavizlerse hedeflenen politikaların izlenmesini, konuya da bağlı olarak, güçleştirecektir. Zira laf kalabalığı, kasıtlı kavram kargaşası, bir yana açıktır ki ittifaklar seçimden önce kurulan koalisyonlardır.
Üstelik bu koalisyonlar, klasik manada, seçim sonrasında kurulan koalisyonlara göre daha problemlidir. Ürettikleri sonuçlar standart altıdır (suboptimal; vasat, idealin altında, bilgi paylaşımı eksik olduğundan sonucun elde edilebilecek en iyi durum olamama hali). Zira ittifak, partiler kantara çıkmadan, seçmen tercihleri tecessüm (cisimleşmek, açıkça ortaya çıkmak) etmeden oluşturulmuş bir koalisyondur. Partiler kendilerine atfettikleri veya onlara atfedilen, hadi en nesnel durumda anketlerin gösterdiği, farazî (varsayılan) hatta muhayyel (hayal edilen) güçlerine göre pazarlık yapmak şansını elde ederler. Böyle olunca masaya nesnel, seçimle tescil edilmiş ağırlıklarıyla oturmazlar. Neticede gereksiz tavizlerin, blöflerin, âmiyâne tabiriyle at pazarlığına dönüşen süreçlerin ortaya çıkması; gizli protokollerin havada uçuşması, mâkul olanın imkanının çoğunlukla muhteris veya nekes tavırlar nedeniyle kaçırılması; aşırı, marjinal taleplerinin bir anda gündeme ve siyasete hâkim olması mümkün oluyor. Tam bilginin (perfect information) olmadığı yerde tam rekabet olmaz. Malum, siyaset zaten bilginin güç ve avantaj kabul edildiği; doğası gereği eksik bilginin oyunun bir parçası olduğu; kapalı kapısı, kulisi, sırları ile mâlûl bir alandır. Merakı ve amacı tam veya adil rekabet de değildir. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “ittifak” adı altında önden kurulan koalisyonlara dair müşteki olmak için sebepleri gerçekten vardır. Ancak, burada anlamak gereken “50+1”in CHS’nin yürütme üzerinde yarattığı aşırı, yorucu ve sonuç üretme kapasitesi düşük merkezileşmenin dayattığı bir meşruiyet zarureti olduğudur. Devlet Bahçeli’nin savı da özünde budur ve bu haliyle de haklıdır. Kazan bakımından yaklaştığınızda bir de şu var elbette: bir gün bu ittifak kurgusu işle(tile)mezse, veya muhalefet daha geniş bir ittifak oluşturmayı becerebilirse, seçimleri kazanmak da mümkün olmayabilir. Bu da kuşkusuz yeterince önemli bir endişedir.
Bu noktada meseleyi etraflıca konuşabilmemiz için önce Cumhurbaşkanlığı ve bunlarla birlikte gerçekleştirilen parlamento seçimlerinin, hatta denilebilir ki AK parti adına 2007’den bu yana tüm seçimlerin, “kazanan formül”ünün ne olduğuna dair bir tahlil yapmak gerekiyor. En basit haliyle bu formül iki sütun üzerinde ayakta duruyor. Bunların ilki, AK Partinin sağ siyaseti kendi etrafında konsolide ederek, Türkiye’de seçmenin % 60 – 65’ini teşkil eden sağ ve, sağa açık, merkez seçmenin çoğunluğunu kendi adayına, veya ittifak, aday(lar)ına çekmekteki başarısı. Bunu kâh ittifak siyasetiyle kâh bu partilerin önemli isimlerini, hatta genel başkanlarını, kendi bünyesine katarak yapıyor. 2023 Mayıs seçiminin “rekabetçi”liği, önemsenmesi gereken bir ölçüde, Millet İttifakındaki sağ partilerin varlığıyla, uzun zamandır ilk defa, bu konsolidasyonun çatırdamasından da kaynaklı görünüyor. Tabii bu durumun ittifak siyasetinin yarattığı sorunlara ilişkin, yukarıda vaaz ettiğim, sonuçları gündeme taşıdığı da muhakkak.
İkinci unsursa Erdoğan’ın kendisi. Cumhurbaşkanının sahip olduğu şahsi siyasi ağırlık seçmeni belki başka bir ağızdan duysa kabul etmeyeceği, sorgulayacağı, itiraz edeceği birçok konuda, bunlar açık çelişkiler, keskin “U” dönüşleri veya ciddi maliyetler dahi içerseler, ikna ediyor. Kanaatimce sistemin kalıcılığına ilişkin en büyük soru işareti de budur: Sistemin Erdoğan’ın şahsına kuvvetle bağlı olması. İstanbul Ekonomi Araştırma’nın 2017 Nisan’ında Cumhurbaşkanlığı referandumunun sonuçlanmasının hemen ardından gerçekleştirdiği çalışmanın sonuçlarına göre “Evet” oyu verenlerin yüzde 43,6’sı “eğer Erdoğan dışında başka biri Cumhurbaşkanı olsaydı” referandumda oyunun “Hayır”a döneceğini beyan etmişti. “Hayır” oyu verenlerinse yüzde 17,5’u “eğer Erdoğan değil bir başkası olsaydı” CHS’ne geçişe “Evet” diyeceğini beyan etmişti. Bu veriler, o gün itibariyle Erdoğan faktörü olmasa oy kullananların yüzde 37,5’unun CHS’ye “Evet” ve yüzde 62,5’unun CHS’ye “Hayır” oyu vereceği anlamına gelir. Durum, esasen CHS’ye gösterilen “rıza”nın doğrudan Erdoğan’ın şahsıyla ne kadar kuvvetle ilişkili olduğunu gösterir niteliktedir. Bir başka deyişle CHS Erdoğan için, Erdoğan’a bağlı ve Erdoğan’la sürdürülebilir bir sistem; küçük bir marjla da olsa, halkın Erdoğan’a tanıdığı bir kredi.
Şimdi geldiğimiz noktada Erdoğan’ın “50+1” kuralına itirazına vesile olabilecek ilk konuyu, itirazın bugünkü dengelerle ilgili olabilecek yönünü, tartışmanın yeridir. Ya da tüm “harbi”liği ve “hasbi”liği içerisinde iktidar bloğunun ittifak dinamiklerine ilişkin sorulması gereken soruları ele almanın zamanı. Bir sonraki yazıda AK Parti + MHP ortaklığının nev-i şahsına münhasır yönlerine ve bunların CHS’nin sürdürülebilirliğine dair ne söylediğine dair hasbihal edeceğiz.