William of Ockham

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Toplum sözleşmesi kuramına göre insanlar doğal olarak sahip oldukları hakları şartlı biçimde monarka devrederler. Ancak Marsilio da Padova’da olduğu gibi, en azından sivil (seküler) hukuku halkın toplamı yapar çünkü konu halkın tümünü ilgilendirir: “Herkese dokunana herkes karar verir”. Halkın sözleşmeyle devrettiği hakları toplumun iyiliği ve refahı için kullanmak durumunda olan monark böyle davranmazsa veya doğal hukuka karşı gelirse halk onu görevden alabilir. Monarşi diğer yönetim biçimlerine tercih edilebilir; fakat Ockham burada seçilmiş bir monarkı babadan oğula geçen bir monarşiye tercih eder. Bu da anlaşılabilir çünkü Common Law, ilk bölümde ifade edildiği gibi biraz tartışmalı da olsa genel olarak açıktır; lex regia krala imperium verir ve kral hukuku bizzat yapar. Cezalandırır, başkasının malına el koyabilir, vergi toplar. Fakat bunu kendisinde mündemiç olan hukuk ve devraldığı haklar çerçevesinde yapmalıdır. Ayrıca bunu curia (danışma meclisi) tavsiyesine başvurarak yapmalıdır. Bracton burada kralı Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisi saymakla beraber, kralın hukuk yapmasını curia tavsiyesine bağlayan bir aracılık görüyorsa –Roma hukukunun Common Law’a yansıması- Ockham’ın bundan haberdar olmaması pek mümkün değildir. 

Ancak Ockham’ın Scriptures –Eski Ahit ve Yeni Ahit- temelli bir devlet teorisini, Marsilio’nunsa Aristo temelli bir devlet teorisini savunmaları önemsiz görülemez. Ockham, soyut devlet teorisi düzleminde bakarsak, Marsilio’ya olduğundan daha fazla Dante’ye yakındır. Dönemin güncel siyaseti planında ise hem Dante hem Marsilio hem de Ockham “Sezarın hakkını Sezara” verme taraftarı olmakta birleşiyorlar; seküler otorite dünyevi otoriteden önce gelmelidir. Bu genel bir ortak zemindir ve aradaki farkları ortadan kaldırmaz. Dante’nin siyasal teolojideki yaratıcılığını ve kopma anı oluşunu da, Marsilio’nun Dante’den bir adım ileride duran –ama yeni dönemin aralanan kapısını ardına kadar açmasıyla- belki de çok daha radikal siyaset felsefesi açılımını da, Ockham’ın siyaset felsefesindeki Common Law geleneği duruşunu da aralarındaki farklarla değerlendirmek doğru olur. Yine de bunlar bir üçlüdür.

Hem o dönemde tolerans eşiği düşük idi hem de Ockham bazen çok ileri ve radikal tezler savunmuştur. “Yanılmazlık” tartışmasında hem kilise konsillerinin hem de papaların yanılabileceğini, kadınların da kilise konsillerinde görev alabileceklerini, sıradan Hıristiyanların görüşlerini kiliseye ve papalara karşı savunabileceklerini öne sürmüştür. Ayrıca kiliseye veya Hristiyanlara ‘yanlış’ görüşleri dayatmaya çalışan papaların görevden alınabileceğini, seküler hükümdarların tahta geçmek ve yönetmek için kilise onayına ihtiyaçları olmadığını, Hristiyan olmayanların haklarının Hristiyanlığın doğuşuyla ortadan kalkmadığını ileri sürebilmiştir. Seküler hükümdarın tiranlığa saparsa görevden alınabileceği tezi de önemlidir.

Johannes XXII 1322 ve 1323 yıllarında Franciscan doktrinine saldırır ve reddederken –önceki papaların tersine- ilgi çekici bir teze başvurmuştu. Franciscan görüş bu tarikatın liderlerinden Bonaventure tarafından formüle edilmiş ve Bonaventure Papa Nicholas III tarafından onaylanan tezi benimsemişti. Yani Franciscan tarikatının üyelerinin özel mülkiyeti elbette söz konusu olamazdı ama ayrım noktası bu değildi. Nitekim Dominikenler de fakirlik yemini ediyorlardı. Bu tarikatlar dilenerek yaşıyorlardı ve Franciscan rahipleri dilenirken bile para değil, yiyecek istiyorlardı. Ancak tarikat büyümüş, okullar açmış, üniversitelere yerleşmiş, “dünyevileşmişti”. Genişleyen ve güçlenen tarikatın davasını sürdürebilmek için maddi zenginliğe ihtiyaç duyduğu an gelmişti. Yine Bonaventure’e göre tarikatın tüzel kişilik olarak dahi mülkü olamazdı. Bazı mülklere ihtiyaç olduğu açıktı; fakat bu zenginlikler papalığın mülkü olarak kalmalı, Franciscan tarikatı sadece kullanım hakkına sahip olmalıydı. Johannes XXII bu teze saldırmış ve saldırırken Roma hukukuna başvurmuştu. Mülkiyet ve kullanım hakkı arasındaki ayrım süreyle ilgiliydi. Sürekli kullanılan mülkler ve haklar sadece kullanım hakkı çerçevesinde değerlendirilemezdi. Yıllardır papalık mülklerinde barınan, papalık kaynaklarından beslenen Franciscan tarikatı mülk sahibi olmadığını iddia edemezdi.

Asıl amaç Hz. İsa’nın fakirliğiapostolic poverty- doktrini üzerinde kilisenin aşırı zenginleşmesini eleştiren Franciscan tarikatını bizzat mülk sahibi yaparak söz söyleyemez hale getirmekti. Süreklileşmiş kullanım hakkı formülüyle aslında mülk sahibi olan Franciscan tarikatının kurucusu Saint Francis of Assisi günlerindeki fakirlik günlerinden uzaklaşmış olduğu açıktı. Johannes XXII papalığa yöneltilen –üstelik ikiyüzlülükle papalık mülklerini kullanarak- aşırı zenginleşme eleştirisini bertaraf etmek istiyordu. Tarikatın içinde bir azınlık zaten St. Francis günlerine dönmeyi savunuyordu ve bunlara “Spiritual Franciscans” denmekteydi. Papalığın saldırısı hepsini birden hedef alınca, Ockham’ın tavrı 1328 yılında değişti. Madem Johannes XXII Franciscan merkezini de sapkınlıkla suçluyordu, cevap verilmeliydi. Cevap tarikatın değil, bizzat Johannes XXII’nin sapkın olduğu iddiasını ortaya atarak verildi.

Bu cevapta Ockham sapkınlığın tanımına “sapkınlıkta ısrar ve hataları gösterildiği halde düzelmeyi reddetmek” dışında bir madde daha ekler. Papa sapkınlığa düştüğünün gösterilmesi halinde düzeleceğini beyan etse dahi görüşlerini kiliseye ve sıradan Katoliklere dayattığı için sapkındır. Oysa Franciscan tarikatı mensupları, şeklen bir düzelme seansından geçmeseler dahi, sapkınlığa düştükleri yerlerde bile sapkın sayılamazlar çünkü kimseye görüşlerini zorla dayatmamakta, sadece insanları açık tartışmaya davet etmektedirler. Bu tez Ockham’ın otoriteye asimetrik bir yük yüklediği anlamına gelir; papa veya kilise konsilleri “dayatma” gücüne sahip oldukları için çok daha kolayca sapkın sayılabilirler. Dayatma gücü olmayanların görüşlerini tartışmaya açmaları, bu görüşler gerçekte sapkınlık olsalar bile, savunucularını o kadar kolayca sapkın yapmaya yetmez.

Elbett Ockham’ın tarikat üyesi olarak bakışı ve sapkınlığın tanımına yenilik getirişiyle, sapkınların yargılanmasını bile reddeden Marsilio’nun radikal pozisyonu arasında büyük bir fark var. Ockham “yanılmazlık” tartışmasındaki, kadınlar hakkındaki, evlilik konusundaki, Hristiyan olmayanların doğal hukuk ve ilahi yasa açısından haklarını kaybetmedikleri tezindeki görüşleriyle Locke, Mill ve sonraki dönem liberallere yakın sayılabilir. Marsilio ise Ockham’dan çok daha fazla Aristo’ya dayandığı ve 17. Yüzyıl Neo-Roman cumhuriyetçilerinin öncüsü olduğu, sekülarizme daha derinden sarıldığı için liberalden çok radikal cumhuriyetçilerin öncüleri arasında değerlendirilmelidir.

Tüm yazılarını göster