Vergi meselesinde yakıcı sorular

Ahmet Kasım HAN KAVANOZUN DİBİ

Türkiye nasıl kurtarılabilir?” sorusunu, en azından yazılı bir esere başlık yaparak mesele haline getiren, Sultan Abdülmecid’in kızı Seniha Sultan’ın oğlu, II. Abdülhamid’in yeğeni Prens Sabahaddin’dir. Bu çifte damat torunu “sultanzâde” (dedesi Damat Gürcü Halil Rıfat Paşa da II. Mahmut’un kızı Saliha Sultan ile evlenmişti) tam olarak bu başlıkla kaleme aldığı broşüründe (1918) çözümü birey temelli, âdem-i merkeziyetçi, hür teşebbüse dayalı ve halkın hükümeti kontrol ettiği bir sistemde bulmuştur. Görüşlerinin tartışmalı tarafları bir yana, memleketin bu ilk namlı liberali ve Ziya Gökalp’ten sonraki öncü sosyoloğu özünde vatandaşların iktidara hesap sorduğu bir sistem tahayyül ediyordu. Kendisi Kurtuluş Savaşını da destekler bir pozisyon almıştı ama hanedan mensupluğu sebebiyle 1924’te ülke dışına kaçmak zorunda kaldı.

Vergi, bireyin siyasal sistemde merkeze geçerek vatandaşa dönüşmesinin önemli bir aracıdır. Vergi veren birey kamudan hesap sorar. Devlet otoritesinin ceberut biçimde kendisine dayatılmasına; itibar, milliyetçilik, hizmet safsatalarıyla, daha doğrusu bu kavramların suistimal edilmesiyle, kamunun, yani kendi parasının israfına, ihtilâsına (aşırılmasına, yürütülmesine) müsaade etmez. Amerikan Bağımsızlık Savaşının (1765 – 1783) ateşini yakan ve kolonilerde yaşayan halkın İngiliz Kraliyetine isyanının meşruiyetini ihtisar eden (özetleyen) sloganın, “Temsiliyet olmadan vergilendirme olmaz.” şeklinde ifade edilmesi bundandır. 1865’te İngiliz birey hakları hukuku geleneğine dayanılarak James Otis, Jr. tarafından söylenen bu söz, İngiliz parlamentosunca kendi seçtiği vekiller aracılığıyla temsil edilmeyen kolonilere vergi salınmasının reddiyesinin ifadesiydi. Zira, vergiyi veren vatandaş bunun oranı, şekli ve ne biçimde harcandığı üzerinde söz sahibi olmak istiyordu. Bu sözün zemini o kadar kuvvetli ve birey hakları bakımından o derece önemliydi ki Amerika kıtasında yaşayan tebaaya İngiliz siyasetinin önemli isimlerinin de hak vermesinin ve yaşlı William Pitt (1708 – 1778) gibi başbakanlık yapmış siyasetçilerin dahi bu istekleri destekleyen bir çözüm arayışına girmesinin yolunu açmıştı.

Bizde Cumhuriyet devrimleri toplumsal tarihi “hızlı ileri” sarmıştır. Buna ister, “erken Cumhuriyet modernleşmesinin sorunları” isterseniz “tutuculuğun, gericiliğin devrimleri kösteklemesi” deyin, tarihsel, sosyolojik, siyasi bakımdan sonuç aynıdır. Durumu eleştirel akılla tartışabilirsiniz ama inkâr edemezsiniz. Zira hep birlikte içerisinde yaşadığımız realiteyi reddedemezsiniz. Öte yandan bu vaziyet modernleşmenin kendiliğinden tedavi olacak “çocukluk hastalığıdır” denerek geçiştirilecek basitlikte bir mevzu da değildir. Bu yazının konusu dahilinde bizi ilgilendirdiği kadarıyla, Atatürk’ün ihtişamlı devrimleri Osmanlı’nın tebaa ve kullarını hukuken vatandaş haline getirmiştir. Ancak, bu süreçte bireyleşme aynı biçimde yaygınlaşmamış, benimsenmemiştir. Bunun tarihsel ve kültürel nedenleri vardır. En basit haliyle ifade etmek gerekirse birey olmak her şeyden önce bir deneyim, birikim, irade, karakter, hâletiruhiye meselesidir. Kanunları değiştirerek bir topluluğu birey vasfıyla kimliğine hassas vatandaşlar haline getirmek güçtür. Prens Sabahaddin’in hakkının teslim edilmesi gereken nokta da tam budur; hürriyet, demokrasi, hak ve sorumluluk bireyde başlamaktadır. Bireyleşmemiş vatandaşların ülkesinde, bağımsız kurumlardan, iyi yönetişimden, yönetimde şeffaflıktan, hesap verebilirlikten, denge denetleme mekanizmalarından bahsetmek kıymetlidir; ama bunlara ilişkin hassasiyetin kendiliğinden gelişeceği ön kabulüyle hareket edilemez. Bireyleşmek ve hesap sormak sorumluluk almaktır. Doğal sosyopsikolojik eğilim sorumluluktan kaçmaksa veya aksi davranışın ağır bedeller içerdiği yönünde bir tarihsel-toplumsal deneyim yaygın biçimde paylaşılıyorsa, bu alışkanlığın yok olması kolay değildir. Bizde bu iki durumun her ikisi de mevcuttur. Ne var ki sorumluluğuna sahip çıkmanın da çıkmamanın da her zaman ve her yerde bir bedeli bulunur.

Türkiye’de dolaylı vergilerin toplam vergilere oranı yaklaşık %70. Bu orana stopaj yoluyla tahsil edilen vergiler dahil değil. Onları katarsak bu oran daha da yukarı çıkıyor. 2023 yılında genel bütçe gelirinin %88,3’ü vergilerden oluştu. Harcamadan alınan vergi alınan malın, hizmetin bedeli içerisine yerleştirilmiş olduğundan vatandaş vergi verirken bunun farkındalığı oluşmuyor. Verdiğinin farkında olmayan elbette hesap da soramıyor. Şimdi iktidarın vergi paketi niyetleri tartışılırken herkesin bildiği ancak pek kimsenin konuşmadığı bir gerçeği de ifade etmek gerek: Türkiye yüksek dolaylı vergilerin ülkesidir ve bu durum toplumla siyaset arasında yazılı olmayan bir oydaşmaya dayanır. Siyaset doğrudan kazancın peşine düşerek onu vergilendirecek tavizsiz adımlar atmaz. Bir anlamda kazançtan vergi almak konusunda “hoşgörülü” davranır. Toplum ise harcama yaparken yüksek oranda vergilendirilmek noktasında siyasete karşı hoşgörülüdür.

Bu elbette bütünüyle sebepsiz değildir. Bu uygulama bir taraftan sermaye birikimi yetersiz girişimciye sunulmuş bir fırsattır. Kamusal bedeli bir yana bu konuda sessiz bir uzlaşmanın varlığından bahsedilebilinir. Uzlaşmanın bir yanı, siyaset, fincancı katırlarını ürkütmez; diğer yanı, burjuvazi, kendinden beklenen refleksleri vermez; burjuvanın dünyanın gelişmiş ülkelerinde oynadığı tarihsel-toplumsal denetleyici, özgürlüklerden yana tavır alan, dengeleyici rolünü görmez. İş hayatı kuruluşlarına siyasetin kolayca “ayar verebilmesinin” ardında bu dinamiğin ciddi bir etkisi vardır. Diğer taraftan toplumun geneli de bu uzlaşmanın bir parçası haline geldiği, getirildiği ölçüde siyasete özellikle de mali konularda hesap sormak hak ve sorumluluğundan feragat eder. Bu kesimler özellikle de serbest meslek sahipleri, refahını böyle korur. Söz konusu denge, yaygın ve sürekli iktisadi belirsizlik karşısında tedirgin orta sınıfa birikim imkânı veren bir güvencedir. Son dönemde, özellikle ÖTV vasıtasıyla, bir de siyasetin toplum mühendisliğine yönelik uygulamalarının bu denklemin içerisine girdiğini de eklemek gerek. Tüm bunların karşılığında siyaset vergiyi veren vatandaşa o verginin nasıl harcandığına dair hesap vermekten kaçınma, bu noktada vurdumduymaz davranabilme, rahatlığını “satın” alır.

Vergi üzerine yapılacak her tartışmanın toplumsal, siyasal hayatımıza dair yakıcı soruları konuşmayı gerektirdiği açık. Ancak, bunu yapmaya niyetli bir toplum veya siyaset var mı? İşte işin burası tartışmalı.

Devam edeceğiz…

Tüm yazılarını göster