Uğurcan Özses
İnsan toplulukları, çağlar boyunca ürettikleri mal ve hizmetlerin bir kısmını gönüllü olarak ortak ihtiyaçlarını karşılamak için kullanmışlardır. Paranın devreye girmesi ile birlikte, ortak mal ve hizmet ihtiyaçlarının karşılanması için ayrılan bu fonlar, “Vergi’” adı altında, daha organize biçimde ve zorunlu olarak toplanmaya başlanmıştır.
Toplumların gelişmesiyle birlikte, ödenmesi zorunlu bir şekle bürünen bu görev, halka zaman zaman maksadını aşan vergi yükleri getirilse de, ülkelerin yönetimlerini sağlayan hükümetler tarafından yürütülür hale gelmiştir.
Zamanımızda vergi gelirleri, kişilerin sağladıkları kazançları esas alan “doğrudan” ya da, harcamaları üzerinden alınan “Dolaylı” vergiler olarak iki gruba ayrılabilir. Bu bağlamda, ilk insan topluluklarında, üretilen mal ve hizmetlerin ortak ihtiyaç fonuna aktarılmasında, “doğrudan vergilendirme” sistemi esas olmuştur.
Ulus devletlerin ekonomik faaliyetlerini dışarıya kapalı olarak kendi imkânları ile yönettiği sonraki dönemlerde de “ödeme gücüne göre vergilendirme” ön plana çıkmış, çok kazanandan çok, az kazanandan az vergi alınmasının, vergi adaletine uygun olduğu görüşü büyük ağırlık kazanmıştır.
Bu dönemlerde uygulanan “dolaysız vergilerin esas alındığı” ödeme gücüne göre “vergilendirme” ilkesi, yerinde hatta zorunlu bir uygulamadır. Bu uygulama halen belirli ölçülerde, düşük enflasyonu olan, cari açık sorunu olmayan, milli geliri yüksek, gelişmiş ülkelerde geçerliliğini korumaktadır. Bu ülkelerde doğrudan vergi gelirleri dolaylı vergi gelirlerini aşmaktadır.
Zamanla, verginin kamu ihtiyaçlarını karşılaması ilkesi yanında, ekonomik ve sosyal görevleri de devreye girmiştir. Bir yandan ekonomik aktiviteleri düzenlemek, diğer yandan da kapitalist sistemin yarattığı aşırı gelir dağılımı bozukluklarını ortadan kaldıracak sosyal politikalar uygulamak vazgeçilemez bir zorunluluk haline gelmiştir.
20. yüzyılın sonundan itibaren dünyayı saran küreselleşme hareketleri ile birlikte, özellikle gelişmekte olan ekonomilerde, diğer bazı konular yanında “vergi adaleti” anlayışının da yeniden gözden geçirilmesi zorunluluğu doğmuştur.
Ülkeler arasında mal ve sermaye hareketlerinin serbest hale gelmesini ifade den “küreselleşme” sonucu, rekabet gücü yüksek gelişmiş ülkeler yeni pazarlara satışlar yaparak sağladıkları katma değerle refah sevilerini arttırabilme imkânını bulmuşlardır.
Buna karşın, enflasyonu yüksek, milli geliri nispi olarak düşük, cari açık sıkıntısı olan ve ülkemiz gibi tam rekabet gücü kazanmadan küreselleşme rüzgârına kapılan gelişmekte olan ülkelerde, tablo tamamen farklıdır. Gelir dağılımının tamamen bozulduğu bu ülkelerde, alt ve orta alt gelir kademesinde kalan önemli bir kesim, günlük zorunlu gereksinimlerini dahi karşılayamayacak duruma gelmektedirler.
Buna karşın, harcanabilir gelirleri yüksek seviyelerde olan üst orta ve üst tabakada yer alan kesimlerin önemli bir bölümü, içinde bulundukları yüksek gelir seviyesine hitap eden tüketimlerinde hiçbir kısıntıya gitmemektedirler. Ayrıca, başta ithal ya da ülkede üretilmesine rağmen içeriği büyük ölçüde ithal kaynaklı olan üst ve orta üst seviyedeki gelir gruplarının talep ettiği mal ve hizmetlere olan talepleri de göreceli olarak yüksek seviyelerde olmaya devam etmektedir. Bu durum, bir yandan cari açığı olumsuz etkilerken, diğer yandan da enflasyonla mücadele ve gelir dağılımında adaletin sağlanmasını zorlaştırmaktadır.
Artık, geçen yüzyıllardan kalan “doğrudan vergilerin” adaletli olduğu görüşüne yönelik ezberlerin bozulması kaçınılmaz hale gelmiştir. Üst kesimlerin yüksek tüketimleri olan bölümünün, ekonomi üzerindeki bu olumsuz etkilerinin önlenmesi için gelir seviyesi yüksek bu kesimin talep edebildiği her türlü mal ve hizmet üzerinden ilave harcama vergileri alınması gereklilik arz etmektedir. Bu durum bir yandan bütçede dar kesimlere yönelik sübvansiyonlar için kaynak yaratırken, diğer yandan da vergilerin artırdığı fiyatları nedeniyle ilgili mal ve hizmet grubuna yönelik talep miktarını azaltarak sağlanacak zorunlu tasarruflarla, cari açığın olumlu bir şekilde etkilenmesine ve gerçek bir vergi adaletine hizmet edecektir.
Buna karşın aynı kesim içinde bulunmalarına rağmen, harcamalarını kontrol altında tutarak gönüllü tasarruf etmek yolunu seçen diğer bölüm, dolaylı vergi yüklerindeki bu artıştan etkilenmeyeceğinden ülkedeki yatırımlar için gerekli fonlara daha fazla katkıda bulunabileceklerdir.
21. yüzyıl, her konuda olduğu gibi “vergi adaleti” yönüyle de klasik görüşlerin yeniden gözden geçirilmesini ve üst gelir gruplarına yönelik mal ve hizmetler üzerine hatırı sayılır harcama üzerinden alınan vergiler konmasını, sosyal devlet ilkesine çok daha uygun ve zorunlu hale getirmektedir.