Ve o sırada dünyada…

Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Memleketin gündemi ile dünyanın gündemi arasındaki derin uçurum dikkatinizi çekiyor mu? Türkiye daha 20. yüzyılda, dünya ise 21. yüzyılı tanımlama telaşında. Hatta sokak köpeklerini ne yapalım tartışması 19. yüzyıldan kalma doğrusu. Üstelik II. Abdülhamid döneminde sanki hadiseyi daha manalı bir düzlemde ele almışız. Yazık.

Dünya AB’nin ve en son ABD’nin Kaliforniya eyaletinin AI (yapay zekâ) konusundaki yasal düzenlemelerini tartışıyor. Bu doğrusu ya, dünyada bir ilk. Hem teknoloji oluşum halinde hem de bununla uyumlu olarak düzenleme çabaları mevcut. AB’de AI Yasası 12 Temmuz’da çıktı, Kaliforniya’nınki ise Eyalet Meclisi’nde tartışılıyor. 

Biz ise burada dünden kalma problemlerle, mesela enflasyonla mücadele ile ilgileniyoruz. Üstelik tek başına para politikası vasıtasıyla başarılı olacağımızı zannediyoruz. Halbuki 2001’de Kemal Derviş reformları sırasında bu işin nasıl yapılacağını uygulamalı olarak öğrenmiştik. Enflasyonu yüzde 80’den yüzde 8’e düşürmüştük. 

Şimdi sanki unuttuk. Aynı çağ dışı sokak köpeklerini nasıl öldürelim tartışmasında 1887’den kalma İstanbul Dar’ül Kelb Tedavihanesi’ni unuttuğumuz gibi sanki. 

Anlatayım.

Yapay Zeka Kanunu 1 Ağustos’ta 27 Avrupa Birliği ülkesinde yürürlüğe giriyor

Avrupa Parlamentosu AI Yasası’nı 13 Mart 2024’te kabul etmişti. Yasa, 12 Temmuz 2024’te AB Resmi Gazetesi’nde yayımlandı. Şimdi önümüzdeki hafta 1 Ağustos 2024’te 27 ülkede yürürlüğe girecek. 

Düzenlemenin çoğunluğu 2 Ağustos 2026’da tam uygulamaya girecek. Ama bu arada hem Brüksel’de hem de AB ülkelerinde konuyu takip edecek bir örgütlenmeye gidilmiş olacak. 

Düzenleme aslında AI konusunda bir çerçeve çiziyor. Riskleri tanımlıyor ve ilgili kurumları konu ile ilgili ortak standartlar belirlenmesi konusunda harekete geçirmeyi amaçlıyor. Nedir standardizasyon? AI bağlantılı ürünlerde uyulması gereken hususların belirlenmesi ve bunların sertifikaya bağlanması elbette. Nedir? Üreticilerden malını piyasaya sürerken yeni sertifikalar istenecek bir nevi. Şimdi işte bu sürecin başındayız.

Yeni sertifika demek, şirketler için yeni yasaya uyum maliyeti demek. Kâğıt kürek işlerine yenisi ekleniyor. Peki, bunun dönüşü var mı? Yok. AB 21. yüzyılın yeni teknolojilerine bir biçim vermek gerektiği konusundaki tartışmaya noktayı koydu, teknoloji ile düzenleme çerçevesinin birbirlerini karşılıklı etkileşimle (coevolution) belirlemesi için bir çerçeve sundu. İyi ya da kötü değil, gerekli yalnızca. 

Burada karşılıklı etkileşimin ilgili paydaşlarla birlikte yürütülmesi önemli. O çerçevede yeni yasa da var. Neden bu düzenleme yeni teknolojilerin gelişimini olumsuz etkileyebilir diyor bilenler? Teknolojiyi geliştiren şirketlerin olumsuzluklardan sorumlu tutulması nedeniyle özellikle. Bu bir nevi, otomobili geliştirip satanın, kullananın yaptığı kazadan sorumlu tutulması gibi bir şey mi? Tam değil. Yıllar içinde, yalnızca otomobil konusundaki yol güvenliği ve trafik kuralları düzenlemelerinin nasıl geliştiğini düşünürseniz, bu şimdi sürecin başında olmamızdan kaynaklanan bir algı hatası.

Bundan yüz yıl önce daha web sitesi tasarımcılığı, drone operatörlüğü, dijital oyun tasarımcılığı gibi meslekler yoktu. Şimdi var. Bugünden yarına doğru giderken teknolojinin gelişme süreci etrafına aynı merdivenlerdeki gibi parmaklık, yollardaki gibi korkuluk yerleştirmek hiç de fena bir fikir değil aslında. Kısıtlayıcı ama güvenli. Doğrusu ben yeni AI yasasını bu tür bir parmaklık, korkuluk (guardrail) düzenlemesi gibi görüyorum. 

Bu arada deep fake konusunda getirilen “ilgili kişinin önceden olurunu alma” düzenlemesi de manasız değil sonunda. 

AI yasasını daha çok tartışacağız ama bizim için manası da ortada. İlk olarak, AB pazarına mal satanlar bir dizi yeni sertifika edinmek durumunda kalacaklar. Bu çerçevede, şimdiden Türkiye’nin de bu tartışma sürecine nasıl katılacağını belirlemekte, AB’de standartları geliştirecek mesleki örgütlerde daha yoğun yer almakta fayda var. Bu tür meslek örgütlerinde çalışanlar, yalnızca neler olup bittiğini herkesten önce öğrenmeyecekler aynı zamanda tartışmalara da doğrudan katılabilecekler. 

Kamuya düşen görevler de var elbette ama orası daha bir süre lay lay lom ve öyle anlaşılıyor ki, Ankara memlekete vakit kaybettirmek konusunda son derece kararlı. Bildiklerini bile hatırlamıyor. O vakit meslek örgütlerine, sivil toplum kuruluşlarına önemli bir rol düşüyor doğrusu.

Siz hiç Türkiye’deki gıda fiyatları ile küresel gıda fiyatlarına birlikte baktınız mı?

Dünya AI konusunu ne yapalım, teknolojik gelişmenin getirebileceği hasarları nasıl kontrol edelim diye geleceğe doğru bakarken biz burada “dün yediğimiz hurmaların” sonuçları ile uğraşıyoruz. Yüksek enflasyon ve özellikle gıda fiyatlarındaki artıştan kaynaklanan geçim sıkıntısı ile yoksunluk duygusu düne ait işler. 

Peki, para politikası bu işi yoluna koymaya yeter mi? Hayır. Hadise soğan-patates deposu baskınları ile engellenebilir mi? Hayır. Yapısal reformlara odaklanmadan böyle tıngır mıngır gidersek politika faizi manasız yere daha uzun süre yüksek kalır, bu da para politikasının sürdürülebilirliğini yok yere tehlikeye atar. Bana sorarsanız böyle ama ne yapalım işte.

Şimdi para politikası açısından önemli bir dönemeçteyiz. Enflasyon bekleyişlerini Merkez Bankası’nın tahminlerine yakınsatacak bir dizi adımın tam zamanı. Bugün size TÜİK gıda fiyatları ile FAO gıda fiyatlarını kıyaslayan bir tablo göstereyim. Bu işin soğan deposu basarak, işletmelere ceza keserek olmayacağını idrak edin. Ortada yapısal bir hadise var doğrusu.

İki gıda fiyat endeksi de 2005’ten 2014’e kadar birlikte gidiyor. Sonra 2014’te ilk kopuş gerçekleşiyor. TÜFE-Gıda dünyadan kopup yukarıya doğru gitmeye başlıyor. 2022 sonrası TÜİK vasıtasıyla Türkiye gıda fiyatlarında dünyadan kopmakla kalmıyor, bir başka boyuta geçiyor. İsterseniz dikey eksene bakın. 2014-2021 arasında 700’e kadar uzanabilen endeks, 2022’den sonra 2200’e doğru gidiyor. 

Nedir? 2021’den sonra, 2018’de başlayan, “bak babacığım faizi indiriyoruz ve dikkat edin kura hiçbir şey olmuyor” deneyi, kurun patlaması ile sonuçlanıyor ve bugüne geliyoruz. Bakın orayı biliyoruz. Peki, ama 2014 ve sonrasında ne oluyor? Orada başlayan ve hala devam eden yapısal etki nedir?

Doğrusu ben Türkiye’nin bütünleşik tarım politikası tasarlama ve uygulama kabiliyetinin 2012 tarihli büyükşehir yasası ile birlikte ortadan kalktığını düşünüyorum. 2021 sonrası gıda fiyatlarındaki patlama sürecinde de etkili oldu bu yapısal tasarım hatası. 

Nedir? Türkiye, tarım alanlarının yüzde 65’ini içeren 30 büyükşehir belediyesinde bu uygulamanın yürürlüğe girdiği 2014 yılından itibaren bütünleşik bir tarım politikası uygulayamıyor. Köyler, şehre mahalle olunca, tarım sulaması terkosa bağlandı sonuçta. Diğer etkileri uzmanları zaten anlatır.

Enflasyonla mücadele bir tek Merkez Bankası’na bırakılamaz, bu iş soğan deposu baskını ile de olmaz. Bazen Ticaret Bakanlığı bünyesinde bir “Antin Kuntin İşler Genel Müdürlüğü” olduğunu düşünüyorum doğrusu ortadaki uygulamaya bakınca. Halbuki ne çok iş var bakanlıkları bir araya getirerek yapılacak.

Türkiye Pasteur’ü yakından takip ederdi 19. yüzyılda, şimdi hale bak

Pasteur Enstitüsü, 1887 yılında Paris’te kurulmuş. Aynı yıl Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane (Askeri Tıp Mektebi) bahçesinde İstanbul Darûl-Kelb Tedavihanesi adı altında bir enstitü de İstanbul’da kurulmuş. Aynı yıl olmasına dikkatinizi çekerim. Nasıl olmuş? 

II. Abdülhamid, Pasteur’ün kuduz aşısını insanlar üzerinde başarıyla uygulamaya başladığını duyunca hemen yanına eğitim için bir ekip göndermiş. Sene daha 1884-1885, yani daha Pasteur Enstitüsü kurulmadan evvel. Bak köpekleri hemen öldürmek yerine plan yapıyormuşuz o zaman.

Beyrut doğumlu Dr. Alexander Zoeros Paşa başkanlığındaki heyette Doktor Hüseyin Remzi Bey ve Veteriner Hüseyin Hüsnü Bey de varmış. Gidip altı ayda aşının nasıl üretildiğini öğrenmişler. Gelip İstanbul’da da uygulamaya başlamışlar. 

Paris’te Pasteur ne kurduysa onlar da buraya aynısını getirmişler. Darûl-Kelb Tedavihanesi kuduz aşısı üretiyormuş. Ne olmuş? Bir tür teknoloji transferi olmuş. Öyle uzun yıllar beklemek filan da gerekmemiş. Üstelik aynı dönemde II. Abdülhamid Pasteur’e para da ödemiş. En azından bir 10 bin lira ödediğine dair kayıtlar geçenlerde İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nden Adem Ölmez tarafından yayımlandı.

Şimdi adını koyalım: Türkiye 1887 yılında milli kuduz aşısını yapmaya başlamış. Neden? 1 milyonluk şehirde 80 bin sokak köpeği olunca bir kamu sağlığı problemi olduğu için elbette. Üç kişilik bir heyet Fransa’ya gitmiş, teknolojiyi kapmış, burada da uygulamaya başlamış. Gittikleri yere bir ödeme de yapmışlar. 

1887’de 80 bin sokak köpeği için İstanbul’da bir planlama çalışması varmış. Şimdi torunların yaptığı ise bir keşmekeş. Üstelik ortada ne sokak köpeği sayısı, ne de bunların sebep olduğu saldırı sayısına dair bir veri seti de yok. Doğrusu, hep aynı hikâye. Ortada bir lay lay lom, dostlar alışverişte görsün havası. Oysa biz eskiden böyle değildik.

Tüm yazılarını göster