Sedat Bornovalı, İstanbul Rehberler Odası Yönetim Kurulu Başkanı. Türkiye’de turizmin en önemli noktalarından bir tanesinin İstanbul olduğu düşünülecek olursa ve bu sektörün elçileri olan rehberler söz konusuysa pek önemli bir isim. İtalya Cumhuriyeti’nin Şövalye ve Liyakat Nişanı ile taltif edilmiş, çok sayıda turizm ödülleri olan mimarlık ve sanat tarihi ile turizm eğitmeni. Söylemekte yarar var “Boğaziçi Tarih Atlası” adlı kitabı 3’üncü baskısını yaptı. Papa XVI. Benedictus, Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos gibi dini liderler, dönem Cumhurbaşkanları; Giorgio Napolitano, Abdullah Gül, Recep Tayyip Erdoğan’a rehberlik ve mütercimlik yapmış. İlginç çalışmaları arasında benim dikkatimi çeken konu, İtalyan İşçi Yardımlaşma Derneği’nin Beyoğlu’ndaki Garibaldi Evi restorasyon ve renovasyon çalışmalarını yürütmüş olması. Cümle böyle kısa bitiyor ama bu küçük bina “turizm-tarih-Beyoğlu” kilit kelimeleri için buzdağının su üzerindeki küçük parçası. Hem gerçekten altından çıkanlar hem dün ve bugün omuzlarına yüklenen önem nedeniyle daha fazla dikkati hak ediyor.
Bornovalı’nın eğitimi de ilgimi çeken başlıklardan biri. İtalya bağlantısı, İtalyan Lisesi’nden geliyor. Boğaziçi Üniversitesi’nde turizm otel işletmeciliği, İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi sanat tarih bölümünden, takip eden yıllarda İstanbul Teknik Üniversitesi mimarlık tarihi yüksek lisans ve doktora eğitimlerini almış.
Önümüz yaz. Malum turizm sezonu! Hiçbir zaman anlayamamışımdır turizm deyince yazın, yaz deyince turizmin anlaşılmasını, tatil deyince ağırlıklı deniz hayallerini, . Aksini iddia edenler mutlaka olacaktır, eğri oturup doğru konuşalım genel anlamıyla böyle. Doğduğum günden beri dört mevsimi yaşayan ender ve şahane ülkelerden birinde yaşadığımızı duyarım, buna karşın bırakın turizm için ulaşım için bile denizi kullanmayız, yaz tatilinden başka tatil bilmeyiz. “Deniz güneş kum” milli söylemdir. Yabancı turist için de şişkebap! Sağolsun Nusr-Et Lokanta zincirleri hayallerimizi gerçek yaptı. Arada kış turizmi, din turizmi, yükselen değer sağlık turizmi devreye girse de gelenek bozulmaz. Bu dürtülerle bu söyleşiye portföyümde yer açmak istedim.
Bornovalı’nın ifadelerinden alıntılayacak olursam İtalyan-Fransız turist Türkiye’ye yazık ki, artık teveccüh etmiyor. Kimilerimiz için ne gam, İstanbul’un her noktasında Ortadoğu’dan gelen türlü ekonomik güce sahip turist var. Dar gelirli olan Boğaz’da bedava dolaşıyor, orta gelirli olan tamamen konsantrasyonunu yeme içmeye yönlendirmiş görünüyor. Cebinde parası olan için marka dükkan hattı ve tabii ki AVM’ler turizmdeki gözdelerimiz.
Ben fikirlerimi ne zaman ifade edecek olsam, mutlaka çevrede bir iki kişi “…ama onlar olmasaydı…” demekten kendini alamıyor. Eşlerinin arkasından yürüyen kadınlar, güzelliğimizi çarşafın aralığından gören ya da peçenin altından lezzetlerimizi tadan kadınlar benim içimi acıtıyor. İnanç ve kültür, saygı duyuyoruz… ne denir! Ama diyecek lafım var tabii; öyle bir kültür ki, geldiği her yeri çöple bezeyen, girdiği her mekanda ses seviyesini yükselten, nargile dumanıyla bizi tanıştıran, spor-kültür yerine mangal tercih edince, “…itirazım var…” diyorum, diyeceğim de!…
Bornovalı’yla turizm çerçevesinde değişik konularda sorular sordum, biraz uzun olmuş Youtube söyleşisi için affınıza sığınıyorum. Fakat çok hoş bir sohbet umarım dinlersiniz, podcast olarak da dinleyebilmeniz için spotify’da. Çok hoşuma giden bir cümleyi hemen alıntılıyorum; Bornovolaı, Garibaldi Evi’ni anlatırken İtalyanlarımız, Fransızlarımız, gayrimüslim vatandaşlarımızın İstanbul’a pek çok güzellik armağan ettiklerini, bunu yaparken de “Vatanı seven onu güzel eserlerle onurlandırmalı” mottosuyla yaşadıklarını söyledi. Bu sözler Garibaldi Evi’nde bulunuyor, bu vesileyle ziyaret edebilirsiniz.
Yine bu vesileyle talan edilen kültür varlıklarımızdan söz etmeden geçmek olmaz. Bu röportajı okurken rica etsem Bornovalı’nın da ifade ettiği gibi; “…eski eserin tamamı kültür varlığıdır ve hepimize aittir. ‘Benim malımı çalıyor’ ya da ‘Benim evime girmiş hırsızlık yapıyor’la aynı şeydir.” tepkimizi biriktirmeden, içimize atmadan vatandaşlık görevimiz olduğunun bilinciyle ortaya koyalım. Define avcılarına da, kültür varlıklarından düğün salonu çıkaranlara da karşı duralım. Kültür varlıklarımız hepimizin.
Türkiye’de ne kadar rehber var?
Sedat Bornovalı: On binin üstünde. Yaklaşık yarısı İstanbul’da.
Yaprak Özer: Rehberlerin uzmanlık alanları çeşit çeşittir herhalde…
Sedat Bornovalı: Doğrudur. Çok enteresan bir camiayız. Kökenlerimiz, altyapılarımız farklı. Mevzuatın biraz aykırılığıyla, sıra dışılığıyla oluşmuş bir zenginlik. Eskiden böyle, kurs görülüyormuş. İnsanların aslında başka işleri olurmuş. “12 ay turizm” diye bir şey düşünülmemiş. Var olan birikim, rehberlikte de değerlendirilsin diye, hızlı bir kursla rehber yapılırmış. Mimarlar, mühendisler, doktorlar, aklınıza ne gelirse, bir anda rehber… kolej mezunu arkadaşlarımız. Çünkü dil bilmeniz gerekiyor.
Yaprak Özer: Anımsıyorum, Galatasaray’dan örneğin çok rehber vardı.
Sedat Bornovalı: Bir aralar, tabii her dönemden onlarca rehber çıkardı, doğru. Şu sıralar Fransızların teveccühü azaldı kültür turlarımıza. O yansıyor açıkçası. Galatasaray’dan onlarca rehber çıkmıyor.
Peki sizin deyiminizle bugünlerde kimin teveccühü var Türk kültürüne?
Sedat Bornovalı: Ortadoğu çok yoğun ilgilenmeye başladı. Türkiye’yi tanımaya ve tanımak istemeye başladı. Enteresandır yoğun ilgi dizilerle paralel gidiyor. Ortadoğu’yla başladı, sonrasında, Latin Amerika çok yoğun. Eskiden biz Brezilya izlerdik, onlar şimdi Türk dizisi izlemeye başladılar. Ve Türk Hava Yolları da direkt uçak koyunca, doldurup doldurup geliyorlar.
Yaprak Özer: Peru’da ücra bir yerde, pasaport gösteriyordum. Görevlinin, “Fatmagül’ün Suçu Ne?” demesini unutamam.
Sedat Bornovalı: Neymiş suçu?
Yaprak Özer: Belli ki, sizin izlemediğiniz dizilerden bir tanesi, Peru’da meğerse çok popülermiş.
Sedat Bornovalı: Bir Perulu’nun o lafları bir araya getirip söylemesi de tebriğe şayan.
Türkiye ya da Osmanlı tarihinin dizilerden öğreniliyor olması, eksik ya da dizinin amacına yönelik popüler kültüre dayanmasını nasıl yorumlarsınız?
Sedat Bornovalı: Tahmin ediyorum ki, Peru’da Osmanlı tarihi başka mecralarda çok iyi öğreniliyordu da eyvah, şimdi diziye girdi az öğreniliyor diye kaygılanacağımı düşünmezsiniz.
Bilgi nasıl yayılabiliyorsa yayılsın. Hiç kimseyi uzman yapmak zorunda değiliz. Ama ne güzel, ülkemiz, geçmişimiz tanınıyor. Bizim bile sırf birkaç ders kitabında zorla okuduğumuz şeyleri, günü gelip de güzel heyecanlara odaklanarak tekrar üzerinden geçme fırsatı bulmamız bile çok olumlu bir şey. Tabii bazıları orada kalacak, bazısı “Ya ben bunları ne kadar az biliyormuşum” diyecek ve daha iyisini öğrenmeye çalışacak. “Bu dizideki en doğrusudur bununla uzman olayım” diyecek kimse yoktur. O yüzden, her türlü sunum, her türlü reklam olumlu katkı. Aşağılandığını da zannetmiyorum. Sadece eksik, yüzeysel bazı noktaları da süslenmiş püslenmiş olabilir.
Anladım siz, herhangi bir dizi ya da herhangi bir şey izlemiyorsunuz. Netflix’de dönem filmleri var, Ayasofya – İstanbul’un fethi ayrıca Göbeklitepe.
Sedat Bornovalı: Ayasofya ile ilgili bir dizi olduğunu bilmiyordum bile. Göbeklitepe mevcudiyetinden haberdar oldum. Bir televizyon satın almam gerekebilir benim.
Bu mekanlara turlar düzenliyor musunuz?
Sedat Bornovalı: Şöyle söyleyeyim: 10 sene öncesine kadar Göbeklitepe, İtalyan turistleri çok götürdüğüm bir yerdi. Galiba popüler olunca uzaklaşmaya başladım biraz. Şu sıralar, tabii idari görevlerim daha ön planda. Bir de kötü bir tesadüf mü, güzel bir tesadüf mü bilmiyorum; çok popüler, çok kalabalık vs. olmaya başlayınca, benim genelde hizmet ettiğim biraz niş kitle diyebiliriz, uzmanlık hevesi olan kitle, daha önce görülmeyen, bilinmeyene merakı olan kitle, çok fazla talep etmez oldu. Bilinmeyen başka bir yer bulmamız lazım.
Nereler mesela?
Sedat Bornovalı: Buluruz daha. Bakalım şimdi, idari görevlerim bir bitsin. Biraz serbest kalayım.
Ne zaman bitecek?
Sedat Bornovalı: İki sene var. Gençlere devretmem lazım artık.
İstanbul tükenebilecek gibi bir şey değil.
Sedat Bornovalı: Yok, yenileri çıkıyor hatta.
Mesela, sizin kazandırdığınız bir eser var, Beyoğlu’nda. Belki biraz ondan söz edersiniz.
Sedat Bornovalı: Garibaldi Binası. Garibaldi Binası, çok keyifli bir restorasyon oldu. Güzel bir kazı oldu, İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin çok büyük desteğiyle ve Beyoğlu’nun, 4. yüzyıl yani Konstantin devri, bildiğimiz
İstanbul’la aynı dönemdeki kalıntıları ortaya çıkarıldı orada. Sahne bölümü, tiyatro bölümü çok keyifli. Devlet Tiyatroları orada çok keyifli şekilde sahne alıyor. Beyoğlu’nda şu anda tek devlet tiyatrosu durumunda. 19. yüzyılda yapılmış bir İtalyan dernek binası olarak ortaya çıktı. Güzel arşivler ortaya çıktı. Yani hem kazı hem arşiv hem tiyatro, tam anlamıyla bir kültür merkezi …
Arşivden ne kastediyorsunuz?
Sedat Bornovalı: 1863’te bu dernek kurulmuş, ilk yılında defterleri nerede bilmiyoruz. Notları bir yerdeymiş. Yok olmuşlar. Çünkü 1864 defterinin başında yazıyor: “1863 kâğıtları, 63 dosyasında”. Öyle bir dosya yok. Zaten tahmin etmiştik o dosyada olduklarını ama öyle bir dosya yok. Yine de 64 dediğiniz zaman, 150 yılı aşkın süre el yazısıyla ne oldu, ne bitti, kim üye oldu, kim geldi, kim geçti; her şeyi kaydetmişler: On binlerce sayfa. Onları da dijitalleştirdik şimdi.
Her günü tutması ne kadar büyük bir özveri. Bunlar yabancı değil mi?
Sedat Bornovalı: İtalyanlar. İstanbul’un İtalyanları ama. Yabancı dediysek, artık bizden birileri olmuş kişiler. Bakıyoruz isimlere: İşte Taksim Anıtı’nın ya da Karaköy’deki Yapı Kredi Bankası’nın mimarı olan Giulio Mongeri. İstanbul Erkek Lisesi’nin, Arkeoloji Müzesi’nin mimarı olan Alexandre Vallaury. Bizden olan insanlar. Buraya eserler vermiş, burası için yaşamış, hatta bir de mottoları, sloganları var: “Vatanı seven, onu eserlerle onurlandırsın” yazmışlar. Tiyatro sahnesinde bu yazıyor.
Kendi vatanlarını seviyorlar tabii ki ama, bulundukları yeri eserlerle onurlandırmışlar, imza atmışlar. Yani en iyi şekilde vatanı temsil etmenin yolu, güzel çalışmak demişler.
Bunu o dönemde, örneğin Müslümanlar arasında da görebiliyor muyuz?
Sedat Bornovalı: Görüyoruz tabii görüyoruz. O sloganla yapmıyorlar ama bizim öylesine bir “vakıf kültürü” var ki, neyi var neyi yoksa, yaşasın ve faydalı olsun diye vakfediyor. Türkiye’deki kadar yoğun bir vakıf kültürünün, tarihin başka bir yerinde de başka bir coğrafyada da mevcut olduğunu sanmıyorum. Belki kendini az tanıtan bir kültür. Yani çok önemli kurumlarımızdan bir tanesi, Vakıflar Genel Müdürlüğü. Düşününüz, 1000 yıldır, zenginliklerini, başkalarına faydası olsun diye vakfeden kişilerin izini, bucağını, mülkünü takip ediyor. Ve onların bir şekilde de vasiyet ettiği şeyleri yerine getirmeye devam ediyor. Şu anda düşündüğümüz zaman Kapalıçarşı’ya, Mısır Çarşısı’na, Ayasofya’ya, Sultanahmet’e bakınız, hepsi Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından idare edilmek zorunda, çünkü bir vakıf parçası. Aklımız bile almıyor.
Yaprak Özer: Doğrudur. Bireylere geldiğimizde…
Sedat Bornovalı: Bireyler vakfediyor. Padişah da vakfediyor ama çok sıradan insanlar bile, hayır olsun diye malını, mülkünü, neyi varsa, elden geldiği kadar hayır işi devam etsin diye yapıyor. Bizdeki bu hayır kültürü, çok sıra dışı derecede ileri. Bana kalırsa az tanınıyor, az tanıtılıyor.
İstanbul’dan konuşuyoruz. İstanbul’un altı medeniyet, katman katman ama üstündeki yapılar sorumsuzca inşa edilmiş, bana “Hayır, değil” mi dersiniz?
Sedat Bornovalı: Hangi yapıdan bahsettiğinize göre değişir. Ayasofya’ya sorumsuzca inşa edilmiş demem. Sultanahmet’e de demem.
Yaprak Özer: Sarnıçları dolaştığımda, içimin acıdığını hissettiğim üzerinde çok çirkin bir otel ya da düğün salonu olmuş. Futbol sahasına çevrilmiş, otoparka dönüştürülmüş…
Sedat Bornovalı: Şimdi şöyle: Geleneksel mekânların çağdaş olarak işlevlendirilmesi korkunç bir şey değil. Futbol sahası olacak kadar geniş bir alan, zaten dört duvar demektir. Ortasına bir şey yapmanız, o kadar olmayacak bir şey değil. Abartmadan, tribün inşa etmeden, gecekondu yerleştirmeden, orayı park gibi kullanmak ya da yeşilliğin üzerinde gençlerin top oynamasının çok kötü bir şey olduğu kanaatinde değilim.
Ve fakat, sarnıçlar bugün bizim çok hoşumuza gidiyor ama zamanla aslında onlar açısından muhtemelen uyduruk altyapıları, bugün bizim bodrum katlarımız gibi. Hiçbir binamızın bodrum katına bugün biri bir şey yapsa, ne korkunç bir şey yaptılar, kültür varlığımız gitti demeyiz. Bilinç yokmuş, kimsenin derdi değilmiş o sarnıçlar zamanında. Ve çok az sayıda insan için özenle yapılmış bir altyapı, bu kadar kalabalığı doğal olarak kaldırmıyor. Bilinç oluşana değin, büyük hatalar yapılmış.
Bilinç var mı şimdi?
Sedat Bornovalı: Şimdi çok daha iyiyiz tabii. Yani korumacılık, çok daha mantıklı şekilde devam ettiriliyor. Şu anda çok mutsuz değilim ben, o açıdan.
Öyle mi? Sultanahmet’te mesela, bazı otellerin altında büyük eserlerin olduğunu biliyor olmak…
Sedat Bornovalı: Bilinç var ki, biliyoruz artık. Yapılırken bilinç olmayabilir ama şu anda bilinç var, insanlar hatta yeni bir şey yapacakları zaman arıyorlar, buluyorlar. Onu da muhafaza etmeye çalışıyorlar. Onun bir cazibe olduğunun farkındalar artık. O bile çok önemli.
Yaprak Özer: Daha bugün haberlerde Şanlıurfa’da, çok önemli bir mozaik kaçak çıkarılırken iki kişi suçüstü yakalanmış. Mozaiğin önemli bölümlerini hırpalamışlar.
Sedat Bornovalı: Mozaiğin merkezinde genelde, “emblemata” tabir edilen, asıl ustalar tarafından yapılan figürlü bölümleri vardır. Bir de etrafı bordür yapılır. Bordürlerini pek istemezler. Bu, emblemata dediğimiz, asıl sahneyi oluşturan bölümleridir. Ve daha gezgin ustalar tarafından yapılır. Sonra geri kalanı, geometrik motiflerini falan yereller de yapabilir ya da ikinci sınıf ekipler de yapabilir. Ne yazık ki… 2000 yıl önce ne olduğunu anlatıyorum. Bugün ne oluyor? Genellikle, özellikle o göbekleri çalmak üzere, çok saldırgan davranışlarda bulunuyorlar. Bunun tabii ki, iyimser görülecek bir tarafı yok. Suç, canilik, hırsızlık, kültür varlığını doğrudan doğruya bilinçli tahribat. Defineciliğin her türlüsü, yani kamu arazisinde ya da başkasının özel arazisine girip… Kendi arazinde bile yapamazsın bunu. Olmaması gerekir.
Yasa ne diyor?
Sedat Bornovalı: Yerin altındaki her şey kültür varlığıdır. Eski eserin tamamı kültür varlığıdır ve hepimize aittir. “Benim malımı çalıyor” ya da “Benim evime girmiş hırsızlık yapıyor” ile aynı şeydir. Böyle iyimserlik olmaz. Definecilik çok ayıp bir şey. Yani suç olmasının da dışında, ahlaki olarak da mahkûm edilmesi gereken bir şey. Kim kimin malını alıyor… Hepimizin malıdır. Ben parkın tekine petrol kuyusu açıp… “Ne güzel, petrol buldum” deyip; zengin olabilir miyim? Bunu, ahlaki, ekonomik ve kanuni olarak kimse kabul edebilir mi? Aynı şekilde bir araziye girip; tarihi eseri parçalama ki, petrol bile daha onurlu bir davranış; rezillik diye düşünüyorum.
Roma ile İstanbul’u mukayese ettiğinizde, hangisi daha sorumlu korunmuş sizce?
Sedat Bornovalı: Tabii, sıradan bir gözlem bile çok rahat mukayese edebilir. Çok uzun yıllar boyunca, iyi muhafaza edilmiş, bir muhafaza kültürü var, bir koruma kültürü var. Eski eserle birlikte yaşama kültürü o kentte tabii ki, yani başından itibaren bir parçası olmuş kültürün. Oysa biz yavaş yavaş kültür varlığına, kültür varlığı olarak değer vermeye başladık. Güzel gidiyor, çok şükür. Ama tabii ki, birçok şeyi, belki geri döndürülemez ya da döndürülürse görüntü olarak döndürebilecek ama öz olarak geri döndürülemeyecek şekilde kaybetmişiz. Bu son 60-70 yıl özellikle, çok iyi geçmemiş. Hatta birileri hesap yapıyordu, galiba 2000 yılda yok olan kültür varlığımız, sıfırdan bugüne kadar… İşte son 50 yılda daha fazlası yok olmuş diye…
Yaprak Özer: Çok acıklı.
Sedat Bornovalı: Acıklı tabii. Çok kalabalığız. İstanbul’a çok yığılma oldu. Ne yapacaksınız? Niteliksizleşiyor tabii, hızlı ve çok olduğu zaman bir şey. Ne yazık ki nitelik, eşantiyon olarak kalıyor. Güzel mimari faaliyet var. Genç mimarlar arasından güzel üretim yapanlar, iyi tasarım yapanlar var. Ama nedense, bir istisna olarak onların hizmetine başvuruluyor. Geri kalanı tek tip malzeme, çok ağır betonarme… Lazım değil o kadar betonarme. Ahşap evlerimizle bu kadar övünüyoruz, tek tük kalanlar çok büyük paralara satılıyor. Oysa çok rahatlıkla ahşap mimari yapabiliriz. Pek de güzel otururuz içinde.
Öyle bir âdetimiz, merakımız yok. Yani enteresandır. Kültür varlığını galiba müze gibi arada görmeyi seviyoruz ama kendimizi hâlâ onun parçası olarak göremiyoruz.
Müzeye gitmeyi seviyor muyuz peki? Müze gibi görüyoruz ama müzelere itibar ediyor muyuz sizce?
Sedat Bornovalı: Çok benimsetemedik galiba, gençlikten itibaren. Yani, “Müzeler çok pahalı” diyenleri duyuyorum.
50 TL veriyorsunuz, Müze Kart’la, bütün sene gezebiliyorsunuz müze ve ören yerlerini, bütün Türkiye’de. Yani bu da pahalıysa… Hakikaten açlık sınırının altındaysanız, o başka mesele. Ama biz zaten açlık sınırındaki insanlar niye müzeye gitmiyor konusunu tartışmıyoruz. Rahatlıkla eğlenmeye, gezmeye gidip de tercihini müzeden yana kullanmayanları tartışıyoruz.
Arkeoloji Müzeleri’nin mesela şimdi restorasyonun ilk kanadı açıldı, çok güzel bir düzenlemeyle. Zaten hiçbir şey düzenlemeseniz, çadıra koysanız o eserleri, onun için bile gidilir. Değil ki, böylesine özenli bir müze ortamında… Zaten Alexandre Vallaury’nin binası diyorduk, Osman Hamdi Bey’den kalma, şimdi yeni müdahalelerle… Ben olsam haftada bir giderim. Öğrenciler de İstanbul Üniversitesi, tramvayı bırakın, yokuş aşağı yuvarlasanız, zaten öğrenciler oraya varırlar. İstanbul Üniversitesi öğrencisinin hiç uğramadığını gördüm, öğrendim, şaşırdım. Bahane var. Bahane yok değil.
Yaprak Özer: Bununla birlikte ekonomik krize bağlıyorum, içe dönük turizmi keşfetmeye, itibar etmeye yöneldiler.
Sedat Bornovalı: Son 4 yılda öyle oldu. Artık herkes geziyor. Yani gerçekten öğrencilerin bile, kısıtlı da olsa seçeneklerinden bir tanesinin, bir rehberle bir tura gitmek olduğunu görüyorum. Çok seviniyorum.
Nüfus olarak yaşlanıyoruz, daha uzun yaşıyoruz. Rehberler bu yeni kitleye hazırlıklı mı?
Sedat Bornovalı: Mesleğe ilk atıldığınız zaman, el yordamıyla iş yapıyorsunuz. Her meslekte geçerli olduğunu düşünüyorum. Yeni mezun bir mimar için de bunun geçerli olduğunu düşünüyorum. Birçok meslekte de çok farklı değildir. Hemen yıldızlı şef olunmuyor, gastronomi okuduğunuzda da. Rehberlerde de tabii ki, okul sırasında bazı şeylere yoğunlaşıp; en azından onları aradan çıkarabilme becerisi ile mezun olunuyor. Yani “Eyvah” bir turist geldiği zaman, en azından belli başlı şeyler aksamadan gezdirebileyim diye mezun oluyorsunuz okuldan. Bu çok doğal bir şey. Sultanahmet’te, Ayasofya’da…
Artık rehberlik bölümleri var. Rehberlik bölümünden mezun olabiliyorsunuz. Başka bir bölümden mezun olup; rehberlik yüksek lisansı yapabiliyorsunuz.
Yaprak Özer: Rehberlik aslında her konuda da biraz bilgili olabilmeyi gerektirdiği gibi… Arkeoloji, mimari, sanat tarihi, aklıma şu anda sıralayınca gelemedi ama…
Sedat Bornovalı: Çalışacağınız pazarla da ilgisi var. Yabancılarla çalışacaksanız, yabancılar mutlaka sizin uluslararası meselelerde fikir sahibi olmanızı bekliyor. Çok yeni gelişmelerde bile fikir sahibi olmanızı, hatta kendi ülkenizin bakış açısından, kendi kamuoyunuzun algısından bu meseleleri onlara yansıtabilmenizi bekliyor.
Ama bunu anlayabilmek için de arka planı mutlaka okumuş incelemiş olmanız lazım; yoksa kahve sohbeti hâline dönüştürürsünüz. O da tabii bilgi verir. Demek ki, bunların memleketinde de kahve sohbeti bu şekilde yapılıyormuş der; o başka mesele. Yani kendinizden, ülkenizden yansıttığınız her şey faydadır. Ama azıcık 20. ve 21. yüzyılı takip edebilirseniz, iyi olur. Konjonktürel durumların hemen etkisinde kalmayıp; arka planlarını hatırlatacak şekilde… çünkü bazı sözcüklerin ne olduğunu bilmeyebiliyorlar. Bir yabancı zannetmeyiniz ki, illa Batı ülkesinden geldi, “kıta sahanlığı” dendiğinde ne olduğunu biliyor olsun. Sizin bilmemeniz uygun olmaz. Kıbrıs meselesi… Soruverir: “Kıbrıs’ta işgalcisiniz değil mi? Ne zaman çıkacaksınız?” deyiverir.
Böyle kritik sorular geliyor mu?
Sedat Bornovalı: Geliyor tabii ki. Adam, ülkesinde Türkiye ile bağdaştırıyor bunu. Bağdaştırdığı zaman da “Hayır” ya da “Evet” cevabı olmaz. Bir de illa kötü niyetle sormuyor. Bazısı tabii köşeye sıkıştırmak için sorar; o başka mesele. Köşeye sıkışmamak en doğrusu. Doğru bildiğinizi söylemeniz lazım ama, doğru bildiğinizi söylemek için, doğru bir şeyler bilmeniz lazım. O yüzden, ne kadar 360 derece bilginiz olsa, gezdirdiğiniz ana ülkeler vardır mutlaka, onların görüşlerini, hatalarını, belli başlı iyi olduğu noktaları mesela, restorasyon… İtalyanlar gerçekten iyi. İtalyanların restorasyon yöntemlerini biraz bilseniz iyi olur. Onlar uygulamayı nasıl yapıyor?
Gelmiş, yorum bekler. Bazı ülkelerin bizim politikamız konusunda hassasiyetleri, bazı yönde daha önde. Bunları da bilmekte fayda var. Hataları varsa, bunları da söylemenin zararı yok ki. Ülkemizi tanıtmanın parçasıdır bu da. Aktarırsınız, döndüğünde onlar da anlatır.
Arapların teveccühünden söz etmiştiniz. Onların ilgisi nedir?
Sedat Bornovalı: Yoğun Arap gezdirmedim. Hiç gezdirmedim dersem doğru olmaz. Araplarda homojen düşünmemek lazım. Yani Magrep dediğimiz zaman, Fas, Kuzey Afrika’nın Arabı anladığım kadarıyla çok farklı, buna karşılık, mesela yoğun Iraklı geliyor, çok farklı bir ülke ve Körfez ülkelerinden gelen biraz daha işte, kaymak tabaka tabir edilenlerin çok farklı olduğunu biliyoruz. Ama genellikle Körfez, diziyi çok seviyor, onu fark ettik. Dizileri merak ediyorlar. Günlük perakende alışverişi çok seviyorlar. Pazarlığı çok seviyorlar. Bir de bol yemek, içmek… Çok tatlı yemek, sonsuz tatlı yemek. Yemeğin üstüne yemek yemek.
Yaprak Özer: Bol alışveriş… kültürle ve doğayla ilişki…
Sedat Bornovalı: Doğa var. Sapanca’ya vs. gitmeyi seviyorlar. Mangal yapıyorlar, yine yemek.
Bir zamanlar “all inclusive” turizmimiz vardı, eleştiriyorduk her vesileyle… Ruslar üç kuruş beş paraya tatil yapardı. Şimdi de bol Arap ve yine turizm değil yerine alışveriş merkezleri gülüyor. Mutlu muyuz bundan?
Sedat Bornovalı: Turizmin çok yönlü bir şey olduğunu bir kere hatırlamamız gerekiyor. Benim Arap’a bir itirazım yok. Alışveriş turizmine de itirazım yok. Aslında çeşitlendirmek çok güzel bir şey. Keşke öyle yapabilsek ki, kültür turizminin daha zor yapıldığı aylarda, havadan sudan dolayı veya Batılı ülke tatillerinin olmadığı dönemlerde vs., Körfez ülkelerinden de gelseler, orada alışveriş de yapsalar, yani herkese faydası olan bir şey turizm. Türk müşteri de İtalya’ya gittiğinde, Fransa’ya gittiğinde, kültürel gezi yapıyor. Fakat ikinci ya da üçüncü gidişinde mesela, yine alışverişe, indirimli satışlara gidiyor. Bunun hiçbir zararı yok yani. Türk kültürsüzdür, müze gezmez diye bir şey yok. Müzeye de gidiyor, ama bir diğerinde de kalkıyor, alışverişe gidiyor. Ucuz uçak, ucuz otel bakıyor.
Hakikaten emin olun ki, turizmin çeşitlendirilmesi güzeldir. Mühim olan, şunu söyleyebilirim: Yani, aman Rus geldi, Arap geldi, ne kötü değil. Mühim olan, kültür varlıkları açısından, emsalsiz bir ülkeyiz; bunun gölgede kalmaması. Demek ki, orada bir eksiğimiz var… Ona devam edelim.
Diyelim ki, sorumlu bir pozisyondasınız ne yapardınız?
Sedat Bornovalı: Özellikle Batı ülkelerindeki okul kitaplarına daha fazla girmeye çalışırdım. Oradaki muhataplarımla – madem sorumluluğum ve yetkim yüksek- bir araya geldiğim zaman mevkidaşlarıma Avrupa’nın somut olarak bu kadar yakınında olan bir ülkenin kültürünün, Batı ülkelerinin kitaplarında olmayışının Batı dünyasına da zararlı olduğunu anlatmaya çalışırdım. Çünkü sanki başka bir kıta, başka bir coğrafyaymış gibi düşünülüyor. Bu uzaklık da mutlaka iş birliklerinde ön yargı olarak karşımıza çıkıyor. Yani ne olursa olsun, çocukluktan ne ile büyürseniz, ona sempatiniz daha fazla olur. Liseli, ortaokullu grupları görüyoruz; Leonardo’yu, Michelangelo’yu biliyorlar, Sinan diye bir isim duymadıklarından eminim. Oysa yabana atılacak şeyler değil, kültür varlıklarımız. Ufacık, şimdi bir paragrafla geçiliyorsa, iki sayfa oluversin. Demiyorum ki, 200 sayfası Türkiye olsun.
Başka ne yapardınız?
Sedat Bornovalı: Bence bunu becersem zaten, daha ne istiyorsunuz? İletişimi, tabii daha kuvvetlendirmek isterdim. Yabancı dillerde yayın çok daha fazla olsun Türkiye hakkında diye, çaba gösterirdim.
Yaprak Özer: Ders kitaplarına girmek güzel orijinal bir fikir. Ama özellikli yayınlar gerekli. Sadece dizilerle anlatmamalı…
Sedat Bornovalı: Olsa güzel olur. Bir çeviri hamlesiyle, sadece edebi eserlerimiz değil, çok başka eserler de… Çok kaliteli akademisyenlerimiz var. Yabancı dile çevrilebilir. Belki, mesela makale karşılığı, şimdi kendi üniversitelerimizde yayın yapanlara teşvik veriliyor. Türkiye içeriğiyle makale yapanlara da yabancı ülkelerdekilere teşvik verebiliriz; burs gibi. Gelsinler, çalışsınlar, tatilini burada yapsın. Arada editlerini de yapar. Tatilini de bedavaya getirmiş olur adam.
Müzeler hakkında ne düşünüyorsunuz? Ben bazı Batı müzelerine gittiğimde, gezmenin keyifli pratik olduğunu görüyorum. Güzel bir akış eşliğinde, iyi düşünülmüş fikirlerle sergiler görmekten çok mutlu oluyorum. Bunları burada da görmeyi isterim. Sizce, bu bir şımarıklık mı?
Sedat Bornovalı: Yok, hiç şımarıklık değil. Oluyor, daha da olur diye ümit ediyorum. Bizde müzecilik, çok devletçi olmuş, bugüne kadar. İyi de olmuş. Tabii koruma ile doğrudan doğruya ilişkili olduğu için. Bizim müzecilerimiz, gizli kahramanlardır diyebilirim. Çünkü çok iyi sunumlarla, gerçekten güzel teşhirlerle bir şeylerden faydalanmaya ufak ufak başlayabildik, ben 2000’lerin ortasından itibaren göreve geldim. Benim görevde olduğum sürede başladı, diyebilirim. Benim hiçbir payım yok tabii. Tesadüfen buna şahitlik yaptım demem lazım. Müzelerimiz çok geliştirildi, yenilendi. Ve daha da önemlisi, kültür varlıkları çok iyi saklanıyor, tasnif ediliyor ve gerçekten de önümüzdeki nesiller için, kendini hiç göstermeyen, depolarda çalışan ya da kaçak kazılara baskın yapan müzeciler tarafından…
Yaprak Özer: Hatay’da, Urfa’da müzelerle insan gurur duyuyor. Çok genç, yeni mezun ya da uzun zamandır orada küçücük küçücük mozaikler üzerinde çalışan, göz nuru döken bir sürü arkadaş – uzman var.
Sedat Bornovalı: İsimsiz kahramanlar. Gerçekten öyle. Kısmet olsa da daha fazla sanat tarihçisi, daha fazla arkeolog görevlendirilebilse keşke.
Ne yapardınız onlara?
Sedat Bornovalı: Kültür varlıkları politikasında eğer bir yolu bulunabilirse… Tabii yani bütçe ayarlaması benim becerebileceğim bir iş değil. Ancak temenni edebileceğim bir iş. Eğer belirleyebileceğim bir politika ise, çok daha fazla sanat tarihçisi veya arkeoloğun istihdam edilmesini arzu ederdim doğrusu. Yani her bulunulan sohbette, yerde, iş alanında bilinçli kişiler bulunsa, ekmeğini de bununla kazanan, atıyorum bankada call center’da çalışmak zorunda kalmamış, gerçekten bunu icra eden bireyler olsa, toplumsal açıdan da muhakkak ki, hassasiyet çok daha fazla artar.
Yaprak Özer: Siz önde gelen politikacılara göreviniz gereği, rehberlik yapıyorsunuz herhâlde.
Sedat Bornovalı: Şöyle diyelim: Yabancı devlet misafirlerine de eşlik ettiğim doğrudur.
Ne konularda konuşuyorsunuz?
Sedat Bornovalı: Onların ziyaret süreleri genelde çok kısıtlı olur. Bazıları ile çok şaşırtıcı derecede uzun süre dostluk diyebileceğim, irtibatta kaldığım durumlar da oldu. Sonuçta devlette görevli isimler. Bir tanesini görevde olmadığı için, rahat söyleyebilirim. Enteresan bir şekilde, dönemin valisiydi. Sonra Avrupa Parlamentosu’na milletvekili oldu. Yine ağabeyi, Avrupa Parlamentosu Başkanı idi. Yani böylesine enteresan bir ilişkimiz oldu. İlerledikçe de kopmadık kendisiyle. Ve çok da keyifliydi, çünkü “Avrupa Parlamentosu’nda artık bir milletvekiliniz var” diye yazdı, seçildiği zaman. Demek ki, Türkiye’deki bir rehber, sohbetiyle, kültür varlıklarını gerçekten yalın şekilde, şeffaf şekilde aktarmasıyla, ülkesinin kültürünü sevdirebiliyor. Bunu anlamış oldum. Çok keyifli bir şeydi benim için. İşte, Türkiye’nin müzakeresi, onayı oylanacağı zaman, akşamından aradı: “Bak” dedi, “Televizyonu kaçırma. Neler göreceksin” diye. Bu, çok keyifli tabii ki…
Yani demek ki… Hakikaten Türkiye ziyaretinden sonra, “Ben böyle bir Türkiye beklemiyordum. Bana doğru şeyleri anlatmamışlar” diyerek döndü İtalya’ya. O zamandan sonra, Brüksel yıllarında görüşmeye devam ettik. Neyi anlatıyorsunuz diye soruyorsunuz. Benim özel bir temam yok. O kadar zengin kültür varlığımız, o kadar güzel katmanlarımız var ki…
Yani doğrusunu bildiğinizi anlattığınız zaman, hemen yön değişiyor. Çünkü ne yazık ki, ön yargı var. Her yerde ön yargı var. Bizde başkasına da ön yargı var. Hiç ön yargısız olanımız var mı?
Peki bu gece turlarına ne diyorsunuz?
Sedat Bornovalı: Gece turları… Çok güzel buluyorum. Kültür varlıklarına zarar verilmediği her türlü kullanımın olumlu olduğunu düşünüyorum. Bunların, kişilerin keyifle istifadesine sunulduğunu düşünüyorum. Bir zararı yoktur. Yani yeter ki, bir kültür varlığının kültür varlığı olduğu ön planda olun.
Doğru anlatılsın. Profesyonel meslektaşlarım anlattığı için, o açıdan da içim çok rahat. Şov hâline gelmemesi, hoplayıp zıplanmaması… Mesela benim sevmediğim şeyler var: Hani yeniçeri kılıklı adam koyalım derlerse, benim çok hoşuma gitmiyor öyle bir şey. Niye hoşuma gitmiyor? Çünkü kültür varlığının zaten kendisi var. Oraya ayrıca bir şov eklenmesinin gerekmediğini düşünüyorum. Çünkü böyle teşebbüsler oldu ve ben rahat etmedim, onları duyduğum zaman. Şu anda bu işlerin son derece ilkeli yapıldığını biliyorum. Yani sadece ve sadece çalışma saatleri uzatılmış gibi oluyor. Tabii elektriği, suyu fazladan harcanıyordur. Onun bir bedeli vardır.
Ayrıca kültür varlığının, ne olursa olsun o gelire ihtiyacı da var. Çok güzel. Yani insanlar gelsinler, ekstra bir bedel ödesinler, kendileri de sevinsin, istifade etsin. Vakti olmayan yabancılar için mesela. Kongreye, toplantıya gelen yabancılar için… Eskiden çok gemi gelirdi, Galataport’la beraber, yine çok gelecek diye umuyoruz. Gündüz mesela, bir yerleri geziyorlar. Yemekten sonra da kapalı olduğu saatte 1000 kişi birden, hiç kalabalığa karışmadan, sadece kendileri kalabalık ederek, belirli saatlerde bir diğer yeri geziyorlar, o zenginliği de bırakıyorlar. Bunların hepsinin olumlu olduğunu düşünüyorum. Mesele ne yapıldığı değil, nasıl yapıldığı. Düzgün, sorumluca yapıldığı zaman, çok çok güzel, çok ekstra katkı olduğunu düşünüyorum.