İlkokul yıllarımız, insanlığın kendi zihindeki seçimi sonucu girdiği büyük bir savaş yıkımının onarılma dönemiydi. İkinci Dünya Savaşı sırasında babalarımız dört yıllık askerlik yapmış, babalarımızı görmeyebilir korkusuyla analarımız bütün sevgileri ve koruyuculuklarıyla abanmış, o dönemin özel koşulları benliklerimizi derinden etkilemiştir.
Gençlik yıllarımız, korkuyla umudun yarıştığı dönemdi. Seferberlik söylemlerinin diriliğini yitirmediği, İkinci Dünya Savaşı korkularının zihinlerimizin derinliklerine perçinlendiği çocukluk günlerimizin sonrasında umutlarımız vardı: Siyasi istikrar arayışımız, ekonomik beklentilerimiz, güven ve huzur umutlarımız bir türlü yerli yerine oturamadı.
Siyasetçilerin kendini milat kabul eden sapkınlıkları, toplumu kamplara bölerek taraftarlarını konsolide etme çabaları, geride bıraktığımız yüzyılın özellikle ikinci yarısında yıllık ortalaması yüzde 50’yı bulan enflasyonların yarattığı kokularımız arttı, hiç eksilmedi.
Bir avuç istikrar arayışımız, hayatımızın gündeminde ilk sıralarındaki yerini her zaman korudu.
Bizim kuşak “güç değil, korkular yozlaştırır” genellemesini test etmenin toplumsal laboratuvarlarının deney varlıkları konumuna düştü; düşürüldü.
Yaşadığımız büyük ve yıkıcı depremin etkileri zihin bagajımızın diğer yüklerine eklenince zihinlerimizdeki karışıklık daha da arttı. Karmaşa demiyorum, seçerek karışıklık kavramını kullanıyorum. Biliyoruz ki karmaşa yapısal sorundur; karışıklık ise yönetim sorunudur. Yaşadığımız sorunların büyük bölümü yönetim yetersizliklerinden kaynaklanmıştır.
Ara yol olabilir
Vasatlık, toplumuzu kuşatmıştır. Ayrıntı ve derinlik bilgisine sahip olmadan, kulaktan dolma malumatlardan beslenen iletişim ve etkileşim ve sözel anlatım gevşekliğine dayanan popülizm zihinsel sığlık yaratmıştır.
Okudukları ve dinlediklerinin verimliliğini sorgulamayan, vasatı aşma kaygısı olmayan iletişim ve etkileşimden değişen dünyaya uyumun yol ve yöntemleri çıkmaz, çıkarılamaz.
Duygularımı ve düşüncelerimi düz yazıyla her zaman paylaşıyorum. Eskişehir’de SAKARYA gazetesinde düşündüklerimi manzum anlatımlarla da okuyucuya iletiyorum. EKONOMİ okuyucusuna da arada sırada manzumelerle ulaşmaya çaba gösteriyorum. Kısa mesaj ile uzun yazı arasında ara yol olabilir. Gelişmenin bütün yolları sınanmalı.
Ehemi mühime karıştırdık biz
Yaşamla hileyi buluşturduk biz
Ahlâki çöplüğe attı çoğumuz
Erdemi insana unutturduk biz
★ ★ ★
Deprem gerçeğine kader diyerek
Kötülüğe kutsal şallar örterek
Suçları da başkasında bularak
Halkı yalan ile uyuşturduk biz
★ ★ ★
Düşmedik yararlı bilgi peşine
Su kattık insanın pişmiş aşına
Gem vurduk yurttaşın refah düşüne
Varlığı haramla buluşturduk biz
★ ★ ★
İlmi irfanı da hepten unuttuk
Popülist söylemlerden yorulduk
Açgözlülük illetiyle savrulduk
Değerli olanı savuşturduk biz
★ ★ ★
Gülağa bu hayra alamet değil
Bu gidiş insana selamet değil
Sahteye sığınmak keramet değil
Vasattan kaleler oluşturduk biz
Birbirimizi anlamalıyız
Can Yücel’in dilimize kazandırdığı şiiri sıklıkla paylaşıyorum: “En uzak mesafe/ iki kafa arasındadır/ Bir birini anlamayan”. Bugün her anlamda birbirimizi anlamamız gerekiyor. Vasatlığı aşmanın en etkin yolu, birbiriyle temas halinde, birbirini anlayan, konuların ayrıntısına vakıf, net bilgi sahibi, etkin biçimde koordine olan ve önceliklerini iyi belirleyerek odaklanan toplum oluşturmaktır.
Yaşı 80’i aşmış bir insanın iç dünyasındaki etkilenmeler bunlar. Onaylan, paylaşan ve katılan da olur; itiraz eden de. Hepsi bizimdir. Hiç kimsenin “ Tek doğru benim bildiğim, benim dediğim” deme hakkı da, lüksü de…