Son 3 yılda azalan dış kaynak girişlerine karşı iç talebin baskılanan faizlerle ve kamu bankalarının ve KGF gibi mekanizmaların devreye sokulması ile canlandırılması sağlanmaya çalışıldı. Doğal olarak alınan bu tedbirler Türkiye’nin ekonomik metriklerinde bozulmaya da yol açtı. Ancak bütün bunlar yapılırken hep “nasıl olsa zaman içerisinde bir şekilde bu karşılaşılan problemler hallolur ve gerek ekonomimizin dinamikliği, gerek yabancı kaynakların yeniden gelmesi ile krizden büyük yara almadan çıkılır” şeklindeki bir “vadeye yayma” mantığıyla hareket edildi. Ancak, bu sefer beklenenin tersi oldu ve hem karşılaştığımız problemlerin daha giriftleştiği, hem de dünya ölçeğinde de normalizasyonun ötelendiği bir dönem içerisine girildi. Korona pandemisi ise deyim yerindeyse tüm bu problemlerin üzerine “tüy dikmiş” bulunuyor. Bugünlerde Türkiye “vadeye yayma” oyununu devam ettirmek durumunda. Burada “vade” korona virüsün dünya ekonomilerinde yaptığı tahribatın ortadan kalktığı ve normalizasyon sürecine girilecek olan zaman. Ancak son gelişmeler korona virüs ile ilgili etkili aşı ve ilaçların bulunması ve insanlara ulaştırılmasının beklenenden daha uzun zaman alabileceğini göstermekte. Bu süreç içerisinde ise çok keskin bir şekilde daralan ekonomileri canlandırmak amacıyla biz de dahil olmak üzere pek çok ülke alınan tedbirlerde gevşetmeye gitmek durumunda kalıyor. Ancak, görüyoruz ki, daha önce başarılı addedilen pek çok ülke tedbirleri gevşettikten sonra ikinci bir virüs dalgasıyla karşı karşıya kalmak durumunda. Hal böyle iken, isterse tüm kamusal tedbirler kaldırılsın, hane halklarının önemli bir kısmı kendi tedbirlerini uygulamaya devam edecektir. (Daha az toplu yerlerde dolaşma ve toplu taşıma kullanma, daha az eğlence ve yemek yerlerine gitme, daha az tatile çıkma vs.) Tüm hane halklarının kısa sürede korona virüs öncesindeki davranış kalıplarına geri döneceğini beklemek çok fazlasıyla iyimser bir beklenti olur. Bu da, ister istemez, özellikle hizmet sektöründe küresel ölçekte orta vadede “kalıcı” olarak nitelendirilebilecek bir daralma anlamına geliyor. Hizmet sektörünün özellikle gelişmiş ekonomilerde milli hasıla ve istihdamdan aldığı pay göz önüne alındığında, pozitif büyümeye geçişin uzun zaman alma riski söz konusu.
Normalleşmenin beklenenden daha uzun süreceği gerçeği karşısında Türkiye’nin oyunu çok daha dikkatli oynaması şart. Bu bağlamda, son dönemde gözlerin çevrildiği metrik doğal olarak MB’nin döviz rezervleri oldu. (Bunda da garip bir şey yok. Eğer bir ülkenin zaten çok fazla olmayan döviz rezervleri 2 ayda %20 azalır ise, gözler ister istemez buraya çevrilir.) Ben düşük olsa da döviz rezervlerinin ekonominin büyük bir yol kazası olmadan çevrilebilmesi için yeterli olduğu inancındayım. Tüm menkul varlıklar üzerinden bakıldığında dolarizasyonun %80’lerde olduğu bir ekonomide yerellerden daha fazla bir döviz talebi olmayacağı, yabancıların sıcak para portföylerinin çok azaldığı ve (azalan enerji fiyatları dikkate alındığında) dış ticaret kanalıyla da nette bir döviz talebi oluşmayacağı ana dayanaklarım. Ancak son gelen dış ticaret ve ödemeler dengesi rakamları ve mevduat faizlerindeki çöküş bu varsayımlarımı gözden geçirmeme yol açtı doğrusu.
Evet, mart henüz korona etkilerinin tam ortaya çıkmadığı ve iç talebin de göreceli canlı olduğu bir dönemdi. Ancak gene de bu ay cari açığın 4.9 milyar dolar çıkması ve net hata ve noksandan da 4 milyar dolar çıkış yaşanması iyi haber değildi. Neyse ki nisanda durum biraz daha normalize olmuş durumda. Martta 16.6 milyar dolar olan rezerv kaybı 4.5 milyar dolara gerilemiş olacak. Buna karşın, dış ticaret açığımız marttaki 5.4 milyar dolara göre daha az ama 3.4 milyar dolar ile hâlâ çok yüksek. Buradaki rahatsız edici durum, ihracatımızın ithalatın da üzerinde daralmış olması. (Enerji faturamızı bilmiyorum ama düşen fiyatların bu faturaya henüz yansımadığı ortada.) Mevduat faizleri ve dolarizasyon konusu ise ilginç. Döviz yurt dışına çıkmadığı sürece bu durum çok ciddi bir risk arz etmiyor. Şöyle ki, tasarruf sahibi TL’den dolara geçmek isterse bankası piyasadan (=MB) dolar alıyor, ama gün sonunda bu dolarları swap yoluyla gene MB’ye yatırdığı için brüt döviz rezervlerimiz değişmemiş oluyor. Ancak aktif rasyosu nedeniyle bankalar artık mevduat istemiyorlar. Bu nedenle hem TL, hem de dolar faizlerini iyice düşürmüş durumdalar. Dövizde kalmak isteyen yatırımcı açısından TC eurobond’ları bir alternatif. Ancak burada oluşan talep bu enstrümandan çıkmak isteyen yabancının işini kolaylaştırıp döviz üzerinde dolaylı bir baskı yapabilir. (80 milyar dolarlık eurobond portföyünün yaklaşık yarısı yabancıların elinde.) Bugünlerde Hazine’nin iç yatırımcıya yönelik yüklü miktarda bir dolar tahvili çıkarması yerinde olacaktır. Benim genel görüşüm pek çok zaafiyetine karşın Türkiye ekonomisinin bu krizden “göreceli” az hasarla çıkabileceği yönündeydi, hâlâ da öyle. Ancak, özellikle son gelen cari açık rakamlarının işaret ettiği gibi “normalleşme takvimi” tahminlerin ötesine sarkarsa, Türkiye ekonomisinde biriken riskler yaşanan krizi daha da derinleştirebilir.