Dünya ekonomilerinde ortodoks yöntemler kullanılarak enflasyon kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Ortodoks yöntemden kasıt politika faizlerini artırarak ekonomiyi soğutmak ve dolayısıyla da ileriye dönük enflasyonist beklentileri kırmak. Aslında bugünlerde görülen yüksek enflasyon oranları büyük ölçüde arz tarafındaki şoklardan kaynaklansa da enflasyonun kökleşmesini engellemek için bu soğutma işleminin yapılması gerekiyor. Bunu yaparken de tüm gayretler ekonomileri bir durgunluğa sokmamak. Piyasalar bu olsalığı oldukça düşük buluyor, ve dolayısıyla da oldukça keskin tepkiler veriyor. Bütün önemli borsa endekslerinde düşüşler “ayı” piyasası olarak tanımlanan yüzde 20 ve üzeri orandaki düşüşü gerçekleştirmiş durumda. Tabii, burada da bir tavuk-yumurta durumu söz konusu. Yatırımcılar faiz artışı sonucunda resesyon olacağını düşünürek hisse senedi satarken, bizatihi bu keskin satışlar nedeniyle (durgunluk olmayacak idiyse bile) ekonomiler bir durgunluğa sürüklenebilir. Bizde ise uzun zamandır ortodoks politikalar revaçta değil. Heterodoks politikalar uygulandığını söylemek de zor. Onların yerine nev-i şahsına münhasır “ad hoc” olarak tabir edilebilecek politikalar uygulanmakta.
Bu politikalar kısa dönemde müsbet sonuçlar verse de, orta ve uzun vadede belirli bir takvim çerçevesinde daha konvansiyonel politikalara dönülmesinin gerekeceği politika yapıcılar tarafından bile kabul ediliyordur diye düşünüyorum. Bugün uygulanan politikalar açısından netlik arz eden bir nokta varsa o da bu politikaların büyüme ve işsizliği öncelleyen politikalar olduğu. Normal şartlarda böyle bir yaklaşıma kimsenin itirazı olmamalı. Ancak bizde hızla yükselen ve 3 haneli rakamlara ulaşma potansiyeli taşıyan bir enflasyon olgusu var. Üstelik, her ne kadar son dönemde özellikle emtia ve enerji fiyatlarındaki yükseliş ön plana çıkarılsa da, esasen enflasyon daha 2018 Ekim’inde yüzde 25’e ulaşmış ve “alarm” sinyali vermişti. Sonrasındaki kısa parasal sıkılaştırma dönemi dışında da enflasyon yükselişini sürdürdü. Kısacası büyüme ve işsizliği öncelleyen genişlemeci politikaları hiç de ideal olmayan bir konjonktürde uygulamaya koyduk.
Bugün enflasyon yüzde 80’lere yaklaşırken para politikasının yüzde 14 ile bankalara ucuz fonlama sağlamak dışında pek bir işlevi yok. Diğer TL fonlaması olan KKM’nin de bankalara maliyeti yüzde 17 civarında. Bankalar da bu düşük maliyetli kaynaklar sayesinde istendiği şekilde düşük faizli kredi kullandırmakta. Son yayınlanan istatistiklere göre 10 Haziran itibarıyle verilen ticari kredilerin ortalama faizi yüzde 24.7. Nisan sonunda bu rakam yüzde 22 idi. Ancak o gün 70 olan enflasyon bugün 73.5. Diğer bir ifadeyle reel kredi faizleri hızla gerilemeye devam ediyor. (Reel kredi faizi eksi yüzde 30’larda.)
Zaten yükselen enfl asyon nedeniyle şirketlerin işletme sermayesi açığı ve dolayısıyla da kredi talepleri çok artmış vaziyette. Bir de kredilerin bu kadar düşük faizli olması kredi talebini son derece artırmış durumda. Nitekim son istatistiklerde kredi ivmelenmesi (son 3 aydaki kredi hacminin önceki 3 aya göre yıllık artış oranı) toplam kredilerde yüzde 84’e, ticari kredilerde ise %110’a çıkmış durumda. Reel kredi faizlerin bu derecede düşük olduğu bir ortamda bu son derece normal. Ancak kredilerin bir noktada döviz kuru üzerine de baskı yapması söz konusu. Politika yapıcılar makroihtiyati tedbirlerle bu artışı kontrol altına almaya ve kredileri daha döviz kazandırıcı faaliyetlere kanalize etmeye çalışsalar da, günün sonunda anormal düşük faizler nedeniyle oluşan kredi talebinin önüne geçmek (piyasa faizlerini radikal bir şekilde artırmadan) çok zor. Öte yandan, eğer bazı kesimler (dolaylı olarak sübvanse edilmiş) eksi reel faizlerle borçlanıp bundan kâr sağlıyorsa, diğer bir kesimin de aynı oranda zarar ediyor olması gerekir. En çok zarar edenler bugüne kadar birikimlerini normal TL mevduatta tutan tasarruf sahipleri. İkinci zarar eden kesim ise enflasyon karşısında alım güçleri hızla düşen ve ücretlerini ve kazançlarını enflasyon ölçüsünde artıramayan kesim. Oluşan bu durum da son tahlilde bir politika tercihi.