Üretkenlik belirli bir süre içerisinde (ör: saat) ne kadar mal üretildiğini gösteren bir kavram (günde 200 araba gibi). Üretkenliği üretim faktörlerine yatırım yaparak (ör: yeni ve daha randımanlı makineler alarak ve/veya işgücünün kalitesini/eğitimini artırarak) artırabiliriz. Günümüzde üretkenlik artışı denince ise çoğu zaman anlaşılan işgücü üretkenliği, diğer bir ifadeyle çalışan başına ne miktarda üretim yapıldığı olmakta. Böyle bir ölçümün ülke geneli için hesabı da daha basittir. Belirli bir dönemdeki reel milli hasıla rakamını o dönemdeki ortalama çalışan sayısına bölerseniz, bir çalışanın yarattığı katma değeri bulursunuz. Bu rakamı diğer senelerle kıyaslarsak da bir ekonomide üretkenliğin zaman içinde artıp artmadığı konusunda bir fikrimiz olur.
Türkiye’de pek çok data serisi metodolojik değişiklikler yapılıp yeniden başlatıldığı için geriye doğru çok sağlıklı bir veri elde etmek zor. İşgücü istatistiklerinde son revizyonun yapıldığı 2021 sonrası verileri kullandığımızda son 12 çeyrekte işgücü verimliliğinin neredeyse yerinde saymış olduğunu görüyoruz. Trump rejimiyle birlikte Dünya’nın daha rekabetçi bir ortama sürükleneceği bir süreçte Türkiye’nin de daha rekabetçi olmak adına mutlaka üretkenliğini artırması gerekiyor. Dezenflasyonist programın ister istemez TL’yi daha değerli hale getiriyor olması, asgari ücret artışlarıyla yeni senede işçilik maliyetinin dolar bazında artacak olması, en büyük ihracat pazarımız Avrupa’da işlerin pek de iyi gitmemesi ve tekstil-konfeksiyon gibi geleneksel olarak güçlü olduğumuz sektörlerde son dönemlerde pazar payını Uzak Doğu ve Kuzey Afrika’ya kaptırma riskinin ortaya çıkması bizi mutlaka daha çok yatırım yaparak daha üretken olmaya zorluyor.
Milli gelir muhasebesinde yatırımlar “gayrisafi sabit sermaye oluşumu” olarak adlandırılır. Bunun hesaplaması da milli gelir muhasebesindeki en zor hesaplamalardan biridir. Makine ve teçhizat elle tutulur şeyler oldukları için hesaplamaları da daha kolaydır. Ama, örneğin patentler, telif hakları ve know-how’lar gibi entelektüel sermayenin hesabı oldukça zordur. Ayrıca, hesaplama ismi üzerinde “gayrisafi” olarak, diğer bir ifadeyle bir ülkenin sabit sermaye stoğundan eskime payları (amortisman) düşülmeden yapılır. Halbuki, bahis konusu hangi ülkeyse onun sabit sermaye stoğundan belirli bir amortismanın düşülmesi gerekir. Bu tabii ki, sermaye stoğu daha yüksek olan erken gelişmiş sanayi ülkelerinde daha yüksek olmak durumundadır.
Sabit sermaye tüketimi milli gelirin 3 hesaplama yönteminden (üretim, harcamalar ve gelirler) gelirler yöntemi içerisinde yer alır. Bu yöntemdeki asıl ana kalemler ücretler ve işletme kârlarıdır. İşletme kârlarından sabit sermaye tüketimi çıkarılarak ayrıca net işletme geliri de bulunur. Ancak, sabit sermaye yatırımları (hepsi sadece olan sabit sermayeyi ayakta tutmaya yönelik yatırımlar da olsa) her şekilde GSYH’yi aritmetik olarak artırır.
Son 10 yıla baktığımızda Türkiye’nin ortalamada yaklaşık olarak GSYH’nın %30’u kadar bir sabit sermaye yatırımı yaptığını görüyoruz. Çin’de ise bu oran %43.3. Tabii ki bu konuda Çin’i yakalamamız mümkün değil. Ancak kalkınmaya öncelik veriyorsak bu oranı daha yükseğe çıkartmamız da şart. Bunu söylerken tabii 2 tane de şerh koymak durumundayım: Birincisi yapılacak yatırımların ağırlıklı makine ve teçhizata yapılacak yatırımlar olması. Diğer yatırım türü olan inşai yatırımlar ağırlıklı olarak mesken yatırımları olduğu için katma değer artırıcı yatırımlar değildir. İkincisi de bu yatırımların yüksek verimlilik artışı getiren yatırımlar olması ve (İstanbul havaalanı gibi) bir yerde milli serveti artıran ancak aynı zamanda faal bir havaalanını kapatarak milli serveti azaltan yatırımlar olmaması.