Geçtiğimiz haftanın başında Türkiye’nin merkez-güneyini ve Suriye’yi sallayan tarihi boyutlardaki deprem dış politika sorunlarını, geçici olarak da olsa, gündemin alt sıralarına itmiş bulunuyor. İnsanların enkaz altından kurtarılması ya da insanları donmaktan kurtaracak geçici ikametgahlar kurulması sorunları bir çözüme bağlandıktan sonra, dünyanın tekrar uluslararası ilişkilerdeki sıradan sorunlarla ilgilenmeye başlamasını bekleyebiliriz.
Ulusal bir felaket yaşanmasının ilginç bir yönü de, bazı ülkelerin Türkiye ile ilişkilerinin durumunu göz önüne almadan, yardım yapmayı teklif etmelerdir. Örneğin, Türkiye problemli ilişkilere sahip olduğu Yunanistan ve Ermenistan’dan yardım teklifleri almıştır. Bu tür önerilerin insanlık dayanışması tezahürü olup siyasi bir anlam taşımadıkları ileri sürülebilir. Bununla birlikte, yardımda bulunma jestlerinin geçmişte ülkeler arası ilişkileri iyileştirmeye yardım ettikleri görülmüştür. Nitekim, 1999’da Marmara Bölgesini sarsan deprem sırasında gelen Yunan yardımı iki ülkenin arasındaki ilişkileri yumuşatma fırsatı yaratmıştı. Yunanistan ve Ermenistan’ın yaptığı jestlerin ikili ilişkileri nasıl etkilediğini göreceğiz. Şimdilik sadece bu jestlerin Türk hükümetinin eline ilişkileri iyileştirmek için bir imkan verdiğini not etmekle yetinelim.
Uluslararası camianın yaşanan felaket karşındaki tepkisi memnun edici düzeydedir. Bu ilginin sürmesi temenni edilir çünkü yıkılan şehirlerde hayatın normale dönmesi için yeniden inşa edilmeleri gerekecektir. Felaket zamanlarında ülkelere yönelen acil yardımın en güçlü niteliği sürdürülebilirliği değildir. İlgiyi devam ettirme sorumluluğu, kapsamlı programlar geliştirerek yardım yapılması konusunda dostlarını ikna etmeyi üstlenecek Türk hükümetine düşecektir. Konunun çok önemli bir boyutu, katkıda bulunacak ülkeleri, sağlayacakları imkanların öngörülen amaçlara uygun olarak harcanacağı konusunda ikna etmektir.
Ulusal felaketler, ülkelerin uluslararası camiaya insan olmanın siyasi düşünce farkları ve düşmanlık duygularından önemli olduğuna inandıklarını gösterme fırsatı vermeleri yanında, felaket yaşayan ülkenin olaylarla baş etme kabiliyetini gözleme fırsatını da vermektedir. Belki belirtilmesine dahi gerek yok ama yaşanan felaketlerin boyutları birbirinden çok farklı olabilir, bazen en güçlü ülkeler bile bir olayla baş etmekte aciz kalabilirler. Böyle durumlarda dahi, bir ülke hükümetinin doğal afetler karşısındaki performansı bize kabiliyetleri hakkında ipuçları verecektir.
Ülkemizin yaşadığı korkunç afeti gözleyen yabancı ülkeler acaba Türk hükümetinin attığı adımları nasıl değerlendirmişlerdir? Belki ilk belirtilmesi gereken husus vatandaşların hemşerilerinin yardımına koşmakta tam not almayı hak ettikleridir. Ülkenin her yerinde insanlarımız giysi, gıda, ilaç ve diğer ihtiyaç maddelerini göndermek için örgütlenmişlerdir. Depremzedelere evlerini teklif edenler de olmuştur.
Maalesef, kitlenin sergilediği heves, hükümetin sivil toplum ve belediyelerin felaketzedelere yardım etme girişimlerini yönlendirmesine yansımamıştır. Hükümet, faaliyetleri bütün yardımların kendisinden kaynaklandığı izlenimi verecek şekilde yönlendirmeye çalışmıştır. Yabancı bir gözlemci bu davranıştan iki sonuç çıkartabilir: Hükümet bütün siyasal gücü elinde toplama çabalarına devam etmekte ve baharın sonlarına doğru yapılması beklenen seçimde desteğini ümitsizce güçlendirmeye çalışmaktadır.
Afetlerle mücadele etmekle görevli devlet kurumlarının da sorumluluklarını yerine getirmekten çok uzak oldukları görülmüştür. Sistemi iki sorunun zorladığı anlaşılmaktadır. İlkin, afetlerle ilgilenmesi gereken kurum bu konularda uzmanlığı bulunmayan, donanım ve becerilerinin kifayeti tartışmalı kişiler tarafından yönetilmektedir. Görünüşe göre, hükümet bu kurumu yandaşlarını ödüllendirebileceği bir yer olarak görmüştür. İkincisi, belki ilk hususun da bir uzantısı olarak, kurum sahip olduğu imkanları hükümet partisinin ihtiyaçlarına hizmet etmek için, kuruluş amaçlarıyla ilgili olmayan alanlarda kullanmıştır. Son olarak da, acil durumlarla ilgilenmekte rolü olan kurumlar arasında eşgüdümün önceden nasıl sağlanacağı konusunda hazırlık yapılmamıştır. Eşgüdüm eksikliğinin sonuçlarını daha da şiddetlendiren bir nitelik de kurumun aşırı merkeziyetçiliktir ki, afet sırasındaki yaşanan iletişim güçlükleri de buna eklendiği zaman, bu yaklaşım hemen müdahale edilerek hayatların kurtarılabileceği durumlarda yerel yetkililerin insiyatif kullanmasını engellemiştir.
Son olarak, müteahhitlerin kanun ve düzenlemelere uyduğunu daha yakından denetlemek, böylece binaların depremlere dayanıklı olmasını sağlamak gerekmektedir. Bu, parti etiketine bakılmaksızın, iktidardaki herkesin şimdiye kadar sergilediklerinden daha güçlü bir irade göstermesini zorunlu kılmaktadır.
Uluslararası camiaya Türkiye’nin felaketi karşısında vakit kaybetmeksizin cömertçe davrandığı için müteşekkir olmamız gerekiyor. Buna karşılık, Türk hükümetinin de yaşanan felaketin bu boyutlara tırmanmasına katkıda bulunan faktörleri tespit ederek, tekerrürü önleyecek tedbirleri almasını temenni edelim.