NATO Karagahı’nın üst düzeyli bilim insanı ofisinde strateji ve politika Başkanı Ulf Ehlert, “Seçimlerimizi neden değerlerimiz yönlendirmeli” başlıklı makalesi bu yazıyı yazmamın vesilesi oldu. Ehlert’ın analizinden ilham alarak, “ülkemizin önünü tıkayan kasaba kültürünü aşmadan refah toplumu olamayız” varsayımını tartışmak istiyorum.
Topluluk kültürü, düğünde, denekte, tarlada, tapanda, toyda, törende, çarşıda, pazarda yaşanan her alanda insanların birbirlerini “gözle ve sözle” gözetim-denetim altında tuttuğu yapılardır.
Kırsal kesimde köylülük örgütlenmesi ise topluluk örgütlenmesinden daha değişiktir. Berger’in “Domuz Toprak” adlı çalışmasının “Tarihsel son söz” bölümünde köylülerin hayatlarını bütünüyle var kalmaya adadığını; bunun dünyanın her yerindeki köylülerin ortak özelliği olduğunu anlatır. Köylülerin, kullandıkları araçlar, topraklarının özellikleri, mülkiyet biçimleri, ürün desenleri farklı olabilir, ama ister kapitalist, ister feodal ya da bu kadar net tanımlanamayan başka bir toplumsal yapı içinde ister buğday yetiştirsin, ister çeltik ya da başka bir ürün, ürettiği yer ister Çukurova olsun ya da Vietnam’da Mekong Deltası “ köylülük, her yerde var olma çabasının bir sınıfı olarak tanımlanabilir”. Köylüler yaşam pratiklerinin üretim-odaklı olması nedeniyle köylü kadar ekonomik bilince olan başka bir sınıf yoktur.
Kent kültürü, hiç görmediğimiz, bilmediğimiz, karşılaşma olasılığı çok düşün olan insanlar için “en iyisini” üretme bilincini besleyen bir ortak yaşam anlayışına erişmektir. Kent kültürü “gözle ve sözle gözetim ve denetimin” yerini “kurumsal aklın” ilkelere, kurallara ve yasalara dayılı gözetim ve denetiminin aldığı yapılanmadır. Topluluk kültürü, köy kültürü ve kent kültürü arasında kalan, bütün geçiş dönemleri gibi çok ciddi zaafları olan “kasaba kültürü” vardır. Kasaba kültürünü yansıtan belirgin davranış biçimleri toplumsal hayatımıza yansır.
Düşünceye saygısı yoktur
Kasaba kültürü, yüzleşme ve düello yerine, pusu kurmayı ve arkadan vurmayı tercih eden bir anlayıştır.
Kasaba kültürü her platformda düşünce ve bilgiye dayalı fikir üretme yerine “dedi-kodu” üretmeyi yeğler; “Bende olmayan, başkalarında da olmasın” kıskançlığından beslenir; insani zaaflarla yoğun şekilde iç içedir.
Kasaba kültürü ne “inanç sistemlerinin” kutsal metinlerindeki ilkelere saygılıdır ne de “düşünce sistemlerinin varsayım sorgulamaya dayalı bilimsel rasyonel yaklaşımına”.
Makamı, mevkii ne olursa olsun, kasaba kültürünün baskın olduğu bireylerde, “tek doğru benim bildiğim” anlayışı egemendir; ötekini şeytanlaştırıp, düşman yaratarak kendi taraftarını konsolide etme eğilimi güçlüdür.
Kasaba kültürünün diğer belirgin özelliklerinden biri de, “sorgulama ile yargılamayı” karıştırmasıdır: Sorgulayarak hayal ettiğimiz hedeflerle erişebildiğimiz hedefler arasındaki “deneysel mesafe sapmalarını” anlama yerine, karşısına çıkan her sorunu bir “iç ve dış düşmanla” kolaycılığını tercih etmesidir. Söz konusu kolaycılık, kasaba kültürünün egemen olduğu insanları “kendine ayna tutma” ilkesinden uzaklaştırır. Sorgulamanın “gözetim ve denetim disiplini” olduğunu kavrama yerine yüzleşmeden kaçınma eğilimini güçlendirir. Ayrıca kasaba kültürü, sorgulamanın “geribildirim döngüsüyle” düşünülen ile uygulanan arasındaki mesafe ayarı yapma yolu olduğunu, bu yolun kaynak kullanımında “verimlilik” için izlenmesi gerektiğini bilse de “cehalet konforunu” bozmamak için topluma yararlı olanı benimsemez.
Yargılama, sorgulamadan farklıdır; eksiği, kusuru ve yanlışı kimin yaptığını araştırmaya odaklanır. Sorgulama ile yargılamanın arasındaki nüans, aslında kasaba kültüründen kent kültürüne geçişin de göstergesidir. Özellikle çağımızda, teknolojinin ileri düzeyde bağlantı potansiyeli, iletişim ve etkileşimi insanları yaklaştırdığı kadar yaraştırıyor. Yarışta değer zincirinde doğru konumlanabilmemiz için sorgulamayı her alana yaygınlaştırmak ve derinleştirmek gerekiyor.
İç tutarlılığı umursamaz
Kasaba kültürü “iç tutarlılık özeninden” de yoksundur: İnanç sisteminin kutsal metinlerini işine geldiği gibi değerlendirir; örneğin “Hakkında kesin bilgin olmayanın ardına gitme” hükmünü işine geldiği zaman öne çıkarırken; bu hükmü “kendine fren koymanın” bir ilkesi olarak yaşama taşımıyor.
Kasaba kültürünün egemen olduğu insanlar “özü, sözü ve davranışı” arasında iç tutarlılık arayan bir anlayışın peşinden gitmiyor.
Kasaba kültürü önyargıların, kör inançların, yerleşik doğruların ve ezberlerin yarattığı “cehalet konforunun” sınırlarımı aşmayı göze alamıyor; o nedenle “inançtan düşünceye geçme” konusunda çaba göstermiyor. İnançtan düşünceye geçmedikçe de “kul olmaktan yurttaş olmaya” ilerleyemiyor…
Kasaba kültürü “indirgemecidir”; “bağlantısal bütünlük” gözeten bir çabaya emek ve zaman harcamaz; o nedenle eğilimleri erken anlayarak, gerekli tepki stratejileri geliştiremez ve kaynak israfının ölçeğini büyütür.
Kasaba kültürü insanları “kim olduğuna” bakarak değerlendirir, liyakatın omurgasını oluşturan “ne yaptığına bakmayı” zihnin kıyısından bile geçirmez. Özle ilgili değildir; şekilcidir ve niteliği tartmaya yetecek akıl birikiminden yoksundur.
Kasaba kültürü, kısa mesaja dayalı iletişimle yetinir; düşünce geliştirmenin peşine düşmez, çünkü daha derinliğine analizler için isteği de, ihtiyacı da, sabrı da yoktur.
Boyutsuz düşünür
Kasaba kültürüne kendini kaptıranların dikkatlerinin 4 dakikanın altına düştüğünü bilim insanları kanıtlıyor… Bu dikkat zayıflaması kasaba kültürüne kapılan insanlarımızı boyutsuz düşünmenin sığlık bataklıklarına taşır. Çağımızın ruhunu oluşturan patojenik, ekolojik ve evrimsel, jeo-ekonomik, jeo-stratejik ve teknolojik boyutları dikkate alan analizler kasaba kültürünün ilgi menzilinin dışındadır.
Ülkemizde kaynaklarımızı etkin ve verimli değerlendirmenin önündeki büyük engel, kasaba kültürünün aşılamamış olmasıdır.
Gelecek hafta: Kasaba kültürü planı, projeyi ce hesap verebilir olmayı sevmez