Ukrayna krizi son günlerde haber alanında adeta bir tekel oluşturdu. Şayet bir uzaylı gelse de günümüz gazetelerinin başlıklarına baksa, Dünya’nın sadece tek bir sorunla karşı karşıya bulunduğuna hükmedebilir. Bu konuda bir uzlaşma sağlanabilirse, dünya mutlu bir yer olacaktır. Tabii, böyle bir hükmün gerçeklerle bağlantısı yok. Buna karşılık, haberlere Rusya-Ukrayna konusunun hakim olması, DAEŞ gibi gibi güncel ya da görünebilir gelecekte çatışmalara neden olacak başka gelişmeleri ihmal etmemize yol açıyor. Kısa süre içinde tekrar Rusya, Ukrayna ve Batı konularına döneceğimizden emin olabilirsiniz. Ancak bu hafta, izin verirseniz bir ara verelim ve işbirliği öngören bir çerçeve içinde ele alınmaması durumunda Türkiye ve Güney komşuları arasında ciddi çatışmalara yol açacak su sorununu tartışalım.
Ortadoğu’da su rekabeti
Ortadoğu su bolluğunun nasip olduğu bir bölge değildir. Nüfus artışı, kentleşme ve iktisadi gelişme sert çatışmalara evrilebilecek rekabetçi ilişkiler yaratan su yetmezliklerine sebep oluyor. Örneğin, şu sıralarda Mısır ve Sudan, neredeyse tamamlamış olup su tutma aşamasına giren Büyük Etiyopya Rönesans Barajı nedeniyle (GERD) gerginleşen ilişkilerini zar zor yönetiyorlar. İsrail-Ürdün-Suriye üçgenindeki su rekabeti herkes tarafından yakinen bilinmektedir. Hatta bazı gözlemcilere göre İsrail’in Golan Tepelerini topraklarına katmasının güvenlik endişeleri yanındaki başlıca nedeni su stokunu artırmak arzusudur.
Türkiye, Suriye ve Irak’ın paylaştığı Fırat-Dicle Havzası, değindiğimiz iki çekişmeli alan kadar dikkati çekmiyor. Dikkatlerin Suriye’deki iç savaşa ve Irak’ın istikrardan uzak iç siyasetine yoğunlaşması nedeniyle, bu havzada gelişen sorunlar, arada sırada bölgedeki su yetmezliğinin çatışmalara yol açma potansiyeli taşıdığını ileri süren raporlar istisna edilecek olursa, ihmale uğramaktadır. Aslında gidişat bellidir: başını nüfus artışının çektiği gerekçelerle üç kıyıdaş ülkenin su talebi giderek artmaktadır. Bir örnek verecek olursak, Türkiye’de 2006 yılında kişi başına yılda 1430 metreküp su düşerken, bu rakam 2030 yılında su stresi seviyesi olan 1000 metreküpe düşecektir. Aşağı çığır ülkelerinde de benzer gelişmelerin yaşanacağı açıktır.
Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye’de doğuyor. Fırat’ın yıllık debisinin tamamına yakını (31,5 milyar metreküp) Türkiye’den geliyor. Suriye’de bu miktara eklenen küçük artışın kaynağı da çoğu Türkiye’de doğan derelerdir. Türkiye bir anlaşmayla Suriye’ye ayda ortalama olarak 500 metreküp/saniye su vermeyi taahhüt etmiştir. Aralarında varılan bir anlaşmaya göre de Suriye kendisine gelen Fırat suyunun %52’sini Irak’a aktarmayı üstlenmiştir. Ülkenin batısında bulunan çok mütevazi su kaynaklarını bir tarafa bırakılacak olursa, Suriye gerek insan kullanımı gerek hidro-elektrik üretimi için ihtiyaç duyduğu suyun tümü için Fırat nehrine bağımlıdır. Dicle ise, Türkiye’den çıkarken kısa bir süre Türkiye-Suriye sınırını oluşturduktan sonra Irak’a girmekte, fakat Fırat’tan farklı alarak, burada İran’dan gelen nehirler tarafından da beslenmektedir. Denize varmadan Bağdat’ın güneyinde Fırat’la birleşerek Şattülarabı oluşturmakta ve takriben 200 kilometre sonra denize kavuşmaktadır. Dicle’nin yıllık debisi 48,7 milyar metreküptür fakat bu miktarın 25.2 milyar metreküpü Türkiye’den kaynaklanırken, kalanı (23,5 milyar metreküp) İran’dan ve Irak’ın içinden gelmektedir.
Tahmin edilebileceği gibi, iki nehrin kıyıdaş devletleri kimin ne kadar suya hakkı olduğuna dair bitmez tükenmez tartışmalara dalmışlardır. Nehirlerin sularını geleneksel olarak sulamada kullanan aşağı çığır ülkeleri taleplerini kullanıcı haklarına dayandırmaktadırlar. Ayrıca nehirlerin sularının, nereden doğduklarına bakılmaksızın tüm havza ülkelerine ait olduğunu ve matematiksel formüller kullanılarak paylaştırılmasını istemektedirler. Türkiye ise ülkesinde doğan suların kendisine ait olduğunu ama komşularını sudan mahrum etmeme sorumluluğunu taşıdığını ve onlara yeterli miktarda su tahsis edeceğinde ısrarlıdır. Türkiye iki nehrin tek bir havza oluşturduğunu önerirken, Suriye ve Irak konunun iki ayrı nehir ve havza olarak ele alınması hususunda direnmektedirler. Bu tartışmalar süregelirken, bölgedeki diğer çatışmalar dikkatleri su konularından uzaklaştırmıştır. Ancak zaman geçtikçe aslında yönetilebilmesi için uğraş vermek gereken su stresi sorunu derinleşmekte, gelecekte teknik ve diplomatik imkanlarla çözülmesi zorlaşmaktadır.
Maalesef, Suriye istikrara kavuşuncaya kadar, bu ülkede su sorunlarıyla ilgilenecek yetkili bir kurum bulunmayabilir. Irak’ın hali hazırdaki olanakları da çok sınırlıdır. Bu sınırlamalar olmasa, ulusal hükümetlerin şimdiden kısa veya orta vadeli bazı adımlar atmaları, örneğin suların kirlenmesini önleme tedbirleri almaları ya da su tasarrufu sağlayan teknolojilerin kullanımını teşvik etmeleri mümkün olabilirdi. Bu tür çabaların üçlü işbirliği çerçevesinde yürütülmesi, mümkün olabilse, daha da uygun olurdu. Uzun vadeli olsa da, gelecekteki çatışmaları önlemek için, su sorununun üzerine şimdiden eğilmek gerekiyor ama ne şartlar müsait, ne de kıyıdaş ülkeler bu zorlu görevi sahiplenmeye hazır.