Türkiye’de AK Parti iktidarının ilk yıllarında dış politikada, ABD ile yapılan 1 Mart tezkeresi pazarlıklarından, AB ile üyelik görüşmelerine varan, “Batıcılık” hakimdi.
O kadar ki, Cumhurbaşkanı Erdoğan -o dönem Başbakanlık görevindeydi- kendisinin Büyük Orta Doğu Projesi’nin “Eş Başkanı” olduğunu açıkladı.
İktidar, bir yandan Batı ile ilişkilerini öncelikli konuma alırken, Arap coğrafyası ile de teması hiç koparmadı; Arap ülkelerine “ümmet” çerçevesinden yaklaşıldı, Suudi Kralı’na madalyalar takıldı, öldüğünde üç günlük yas ilan edildi. Birleşik Arap Emirlikleri ile “faizsiz bankacılık” pazarlıkları yapılırken, Mısır’da Arap Baharı’ndan istifade, Müslüman Kardeşler’in iktidara gelmesine olabilecek en büyük destek verildi.
Başlarda AK Parti hükümetleri İsrail’le de ilişkileri iyi tutmaya özen gösterdi; Filistin ve İsrail Cumhurbaşkanları Ankara’da ağırlandı, her ikisine de TBMM’de konuşma yaptırıldı.
O dönemlerde Türkiye, Orta Doğu bölgesinde -honest broker- dürüst arabulucu olarak anılıyordu. Sadece İsrail-Filistin değil, Pakistan-Afganistan, Sırbistan ile Bosna-Hersek, hatta İspanya ile ayrılıkçı ETA örgütü arasındaki barış görüşmelerine bile ev sahipliği yaptı Türkiye.
Bu durum, AK Parti iktidarının orta dönemlerine kadar sürdü. Ancak “yeni Osmanlıcılık” çizgisi dış politikaya hakim olup, “üç günde Şam’da namaz” sloganının ortaya çıkmasıyla birlikte Türkiye’nin “dürüst arabulucu” rolü de silindi gitti. Şimdilerde o role çok uzaklardan, uzak doğudan bir talip var;
Çin bir yandan büyük ekonomik gücü, yatırım imkanları olan Orta Doğu politikasına girerken, bir yandan da “dürüst arabulucu” rolüne bürünmeye başladı.
Çin dışişleri bakanının “çantasından çıkanlar”
Çin’in Orta Doğu’ya girmesinin önünü ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik emperyal politikalarının açtığını söylemek yanlış olmaz; iki Körfez Savaşı, ardından Suriye’ye yönelik -Türkiye’yle birlikte- müdahale, Mısır’da darbe ile yönetime gelen Sisi rejimine destek, Libya’da Kaddafi’nin devrilip, ülkenin iç savaşa girmesinde oynanan rol... Hepsi Orta Doğu halklarının hafızalarında unutulmaz -ve olabildiğince olumsuz- bir Amerika imajı yarattı.
Orta Doğu’ya çok uzaktaki Çin ise, “bilinmezliğin” etkisini kullanıp, Amerika’nın bıraktığı boşluğu doldurmaya hevesleniyor bugünlerde. Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi’nin son Orta Doğu gezisini bu açıdan okumak gerekir.
Wang, Orta Doğu’da kavgalı-gerilimli tüm ülkeleri tek bir turda ziyaret etti; Suudi Arabistan’la başladı, Körfez İşbirliği Konseyi’yle görüştü, BAE’ye geçti, Bahreyn ve Oman’dan sonra Türkiye’ye geldi, İran’a gitti. Tüm gezi boyunca da -artık hangi ülkenin neye ihtiyacı varsa- ya para, ya yatırım, ya da “arabulucuk önerisi” dağıttı.
S-400’ler nedeniyle ABD ile gerginlik yaşayan, hatta Amerikan yaptırım hattında yer alan Türkiye’ye hem yatırım, hem kredi sözü verdi Çinli Bakan. Nitekim Türkiye’den ayrıldıktan hemen sonra Ziraat Bankası’nın Çin’den aldığı kredi açıklandı. Çin’in kendisi Uygur Türkleri’ne yönelik soykırıma varan politikalar izlediği, Hong Kong’da demokrasi dışı eylemlere kalkıştığı için, Wang’ın Ankara’daki temaslarında ne insan hakları, ne de demokrasi hiç konuşulmadı. ABD Başkanı Joe Biden’dan beklenen ve bir türlü gelmeyen telefon, Washington’dan Türkiye adı her geçtiğinde yapılan demokrasi ve insan hakları vurgusundan sonra, Ankara için “hoş bir değişiklik” oldu Çin Dışişleri Bakanı’nın ziyareti.
Suudi Arabistan’da da Wang’ın ziyareti sırasında Kaşıkçı cinayeti hiç konuşulmadı elbette; Çin Dışişleri Bakanı bunun yerine hem ekonomik ilişkileri geliştirmeyi, hem Araplara pandemiyle mücadele desteği vermeyi, hem de Yemen savaşında “kolaylaştırıcı rol oynamayı” teklif etti.
Wang’ın Orta Doğu turunun İran ayağı ise en çok ses getireni oldu; İran Devrimi’nden bu yana hiçbir büyük güçle ittifak ilişkisine girmeyen, işbirliklerini sadece -Rusya ile Suriye’de olduğu gibi- konu başlıkları çerçevesinde kuran İran, Çin’le 25 yıllık bir stratejik anlaşma imzaladı. Çin’in İran’da telekomünikasyon, teknoloji, limanlar, tren yolları, sağlık gibi alanlara toplamda 400 milyar dolarlık yatırım yapmasına karşılık, Tahran’ın da Pekin’e petrol satmasını içeriyor anlaşma.
Ayrıntıları kamuoyuna açıklanmayan anlaşmanın askeri yönü olduğu da basına sızmış durumda; Çin ile İran’ın askeri eğitim alanında işbirliğine girmeleri , ortak tatbikatlar düzenlemeleri, hatta istihbarat paylaşımı yapmalarının da anlaşma maddeleri arasında yer aldığı bilgisi yazılıp çiziliyor.
Çinli Bakan Wang’ın çantasındaki İran dosyası bu kadar da değil elbette; İran’ın nükleer programına ilişkin yürütülen müzakerelerde de yer alan Çin, bu alanda da artan Washington baskısına karşın Tahran’ı gözeten “arabulucu” rolüne soyunmuş durumda.
Çin'in beş maddelik “Orta Doğu'da barış ve istikrar” planı
Wang gezisi sırasında, Orta Doğu’daki sorunların çözümünde “kolaylaştırıcılık” rolü için beş maddelik bir plan da açıkladı.
• Karşılıklı saygıyı savunmak; içişlerine ya da kalkınma modellerinin ne olduğuna karışmadan, işbirliği yürütmek; Libya ya da Suriye gibi iç savaşın yaşandığı yerlerde yönetime ilişkin kararların dışardan değil, bizzat bu ülke halklarından gelmesini sağlamak.
• Eşitlik ve adaleti öncelik yapmak; Çin Dışişleri Bakanı bu çerçevede örnek olarak Filistin davasını gösterdi, “iki devletli çözüm” için destek ifade etti. Eğer ihtiyaç olursa, Filistin ve İsrail arasında “arabuluculuk yapabileceklerini” vurguladı.
• Nükleer yayılmayı engelleme; Wang bu başlık altında da İran ile yürütülen nükleer müzakerelerde Çin’in -BM Güvenlik Konseyi üyesi de olmasına dayanarak- arabuluculuk yapabileceği mesajını verdi, Orta Doğu’nun “nükleer silahlardan arındırılmış bölge” olmasına katkıda bulunmayı önerdi.
• Kolektif güvenliği ortaklaşa büyütmek; Wang İran Körfezi ülkelerini kapsayacak (Arap-İran anlaşmazlığını kastederek) bölgesel güvenlik için çok taraflı diyalog konferansına ev sahipliği yapmayı önerdi. Bu çerçevede ilk olarak da petrol çıkarma ve işleme tesislerinin güvenliğine (Suudiler’in Yemen savaşı dolayısıyla çok mustarip olduğu saldırıları kastederek) öncelik verilebileceğini açıkladı.
• Kalkınma işbirliğini hızlandırma; Çin’in “kuşak ve yol” projesini bu başlık altında öne süren Çinli Bakan, Pekin’in Çin-Arap ülkeleri zirve toplantısına ev sahipliği yapabileceğini, Körfez İşbirliği Konseyi ile serbest ticaret anlaşması imzalama isteklerini de kayda geçirdi.
Çin’in kendisine biçtiği bu yeni yol, uluslararası ilişkilerin yanlış götürmeyeceğinin de büyük kanıtı.
Ümmetçilik, yeni Osmanlıcılık hevesleri Türk dış politikasına hakim olmadan önce Ankara’nın Orta Doğu’da oynadığı rolü, şimdilerde Pekin üstlenmeye başladı.
Bugünlerde Türkiye ise, uluslararası camiada “ara bulan” değil, ancak “arası bulunan” ülke konumunda.