Tamamladığımız hafta içinde Cumhurbaşkanımız Türkiye’nin AB ile Şanghay İşbirliği Örgütü arasında bir tercih yapmadığını, herkesle kazan-kazan yaklaşımlı işbirliği yaptığını beyan etti. Türkiye’nin AB ile ilişkisinin üyelik yönünde ilerlememesi karşısında bu beyan anlayışla karşılanabilir. Örneğin, beş yıllk bir aradan sonra ilk defa Türk Dış İşleri Bakanı AB dış işleri bakanlarının komşu ülke dış işleri bakanlarıyla Gymnitch’de yapacakları resmi olmayan mahiyetteki toplantıya davet edilmiş bulunuyor. Davet AB’nin Türkiye’ye duyduğu ilginin canlandığı biçiminde yorumlandıysa da, aday bir ülkeye değil bir Akdeniz ülkesine yapılmıştır. Yorumcular, bunun diplomatik yoldan Türkiye’nin artık aday olarak değil, işbirliğini devam ettirmek istedikleri bir ülke olarak görüldüğünün ifadesi olduğuna işaret ediyorlar. Gerçekten de, koşulların değişmiş olmasına rağmen, AB’nin Türkiye ile yaptığı Gümrük Birliği Anlaşmasını, ayrıca Türk vatandaşlarının AB ülkelerine seyahatini giderek güçleştiren vize rejimini gözden geçirmeye yanaşmadığı görülüyor.
Bu koşullar altında Türkiye’nin diğer ülkelerle kapsamlı iktisadi ilişkiler geliştirmekten uzak durması için bir sebep yoktur. Bir dizi sorun yaşıyor olsa da, Türk ekonomisinin diğer ülkelerin ilgi duyduğu çok sayıda sanayi ürününü ve hizmeti üretecek kapasiteye sahip olduğu biliniyor. Bununla birlikte, AB’yi Şanghay İşbirliği Örgütü ile karşılaştırmanın isabeti, hatta ne derece makul olduğu yine de sorgulanabilir. Bazı sorunlar ve yetmezlikler yaşamakla birlikte AB bütünleşmekte olan büyük bir piyasa ekonomisini temsil etmekedir. Üyelerinin vatandaşların bireysel özgürlüklerini gözetmek sorumluluğunu taşıyan liberal demokrasilerle yönetilmesi zorunludur. Aralarında karmaşık yönetim kurumlarının, seçimle göreve gelen bir parlamentonun ve kocaman bir bürokrasinin yer aldığı sürekli yapılara sahiptir. Buna karşılık, Şanghay İşbirliği Örgütü Avrasya ülkelerinin katılarak işbirliği imkanlarını araştırdığı, gevşek yapılı bir topluluktur. Örgüt, üye ülke devlet ve/veya hükümet başkanlarının altı ayda bir yaptıkları toplantılar vesilesiyle bir araya gelmektedir. Belki daha da önemlisi, örgüt fikri başlangıçta Rusya ve Çin tarafından ABD, AB ve bir oranda da NATO’ya karşı rakip bir örgüt olarak oluşturmak maksadıyla oluşturulmuştu. Orta Asya’daki bazı eski Sovyet Cumhuriyetlerini de aralarına kattılar. Hindistan ve Pakistan gibi ülkeler de, böyle bir girişimin sağlayabileceği menfaatlerden mahrum kalmamak için trene atladılar. Baştan itibaren bütünleşmiş bir ülkeler grubuna değil, gevşek bir topluluğa katıldıklarının bilincindeydiler. AB’den farklı olarak, giderek daha yoğun bütünleşmeyi amaçlayan bir örgüt yapılanması söz konusu değildi. Böyle düşünüldüğünde, Şanghay toplantıları sadece Türk liderlerin diğer bazı ülkelerin liderleriyle bir araya gelerek, ülkeleri için faydalı ilişkiler kurabilecekleri bir forum mahiyetini taşımaktadır.
Bilindiği gibi, Çin ve Rusya bir başka örgüt olan BRICS’i de Amerika’nın dünya ticaretine egemenliğinin aracı olarak gördükleri IMF’e karşı güçlendirmeye çalışıyorlar. Teşhişleri doğru olsa bile, BRICS’e önderlik eden iki ülkenin bir araya getirmeyi başardığı ülkeler, Çin, Hindistan, belki Brezilya istisna edilecek olursa, dünya ticaretinde önemli bir yere sahip değiller, doların yerini hangi para biriminin alacağı konusunda da ortak bir anlayışı paylaşmıyorlar. Zaten Hindistan veya Brezilya gibi bazı ülkeler, BRICS’i IMF’e alternatif olarak görmekten ziyade, dış ticaretlerinde dolar kullanmak istemeyen ülkelerle olan ticaretlerinin finansmanında kullanabilecekleri farklı bir kaynak olarak değerlendiriyorlar.
İktisadi çıkarlar peşinde koşmanın tabii karşılandığı bir dünyada, Türkiye’nin de diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ekonomiler gibi davranarak, her ülkeyle karşılıklı çıkara dayalı ilişkiler kurmasını kimse yadırgamıyor. Sorun Türkiye’nin nasıl bir ülke olacağına bir türlü karar verememesinden, ve bu nedenle de tercihine uygun bir dış siyaset geliştirememesinden kaynaklanıyor. Türk Cumhurbaşkanının AB ile Şanghay İşbirliği Örgütünü aynı küfeye koyan beyanı buna bir örnek teşkil edebilir. Mukayese sadece Türkiye’nin artık AB ilişkisini vazgeçilebilir gördüğüne, daha doğrusu AB modelini ilham alınacak bir kaynak olarak görmediğine işaret ediyor. Böyle olunca da, AB üyesi ülkelerin de Türkiye’yi kendilerinden biri gibi düşünmemesi, İran, Hindistan veya Pakistan’a benzer şekilde konumlandırmaları şaşılacak bir olgu olmaktan uzaklaşıyor. Türkiye’nin liderlerinin kendilerine şu büyük soruyu sormaları gerekiyor: Biz Türkiye’nin nasıl bir ülke olmasını istiyoruz? Bu soru Türkiye’nin AB üyesi olup olmamasından farklı ve kanımca daha önemli bir sorudur.