Türkiye ekonomisinin gidişatıyla ilgili olarak yapılan açıklamalara, iş dünyasından yansıyan görüşlere bakınca genelde olumlu beklentilerin ağır bastığını görüyorum. Ekonomideki toparlanma belirtilerinin 2020 yılı için kendilerine umut verdiğini ifade edenler çoğunlukta. İki nedenle şaşırtıcı değil bu. Birincisi, Türkiye’nin bugünkü ortamında 2020 yılının riskli bir yıl olduğunu ifade etmenin bir maliyeti olabilir, söz konusu kişi iş dünyasındansa belki kredisi bile kesilebilir, gazeteci ya da yorumcu ise en azından ciddi bir uyarı alır.
İkincisi, iş hayatının içinde olan, iş yeri patronu ya da yöneticisi olan insanların işlerini sürdürmek için bir umut ışığının olduğuna kendilerini ve çevresindekileri inandırmaları gerekir. 2008 krizinin tırmandığı ve iş dünyasındaki karamsarlığın Davos’a da yansıdığı bir ortamda iyimser bir tablo çizen ünlü bir şirketin yöneticisine nasıl bu kadar iyimser olduğunu sorduğumda bana şu cevabı vermişti: “Benim 20 bin çalışanım var, ben burada olumsuz bir tablo çizersem onların moralini de bozmuş olurum.”
Bu samimi itirafın da ortaya koyduğu gibi parmağı taşın altındaki iş insanlarıyla bizim gibi tabloya dışardan bakıp yorum yapanların durumu hayli farklı. Ben de bu yazıyı yazarken kimsenin moralini bozmak istemiyorum ama benim bir yorumcu olarak görevim de kendi penceremden gördüğümü ifade etmek.
Belirtilerle boğuşma sorunları çözmüyor
Yukardaki ara başlık, iş dünyasından tanıdığım bir insanın, Adnan Nas’ın dünkü Dünya gazetesinde yer alan yazısının başlığı. Nas yazısında, “karşılaştığımız zorluklara yol açan nedenlerle değil, ortaya çıkan belirtilerle savaşma tercihimizin, piyasa ekonomisinin ve kaynak dağılımının daha fazla bozulmasına, dolayısıyla sorunların daha ağırlaşmasına” yol açtığını belirtiyor. Nas bu temel tercihin Türkiye’yi geleceğini kaybetme riskiyle karşı karşıya getirdiğini de vurguluyor. Nas, nedenleri göz ardı edip belirtilerle boğuşmanın Türkiye ekonomisinin temel sorunlarını nasıl ağırlaştırdığını gayet güzel anlatıyor yazısında.
Bana göre de Türkiye ekonomisi yapılan yanlış tercihlerle son 10 yılını heba etti. Dolar bazında milli gelirimiz 10 yıl önceki düzeyinin hayli altında. İktidara geldiği dönemde, birçok kimseyi ve dış dünyayı şaşırtarak Türkiye ekonomisini yeni bir platforma, fert başına geliri kritik eşik olan 10,000 dolar düzeyine yükseltmeyi başaran AK Parti yönetiminin yılda 20 milyar doların üzerinde doğrudan yatırıma yönelik yabancı sermaye çekmeyi başardığı da bilinen bir gerçek. Türkiye bu çizgisini sürdürebilseydi ve yabancı sermayenin de katkısıyla ekonomisinin yapısal sorunlarını çözebilseydi bu 10 yılın sonunda bambaşka bir noktaya gelebilirdi.
2020 kırılma yılı olabilir mi?
Oysa yanlış tercihler sonucunda bugün gelinen noktada, geri teknolojiyle üretim yaptığı için finanse edemeyeceği kadar cari açık vermeden sürdürülebilir hızlı büyümeyi sağlayamayan, parasının değerini koruyamadığı için halkını yoksullaştıran, kur riski nedeniyle zora giren şirketlerini nasıl ayakta tutacağını bilemeyen bir ülkede, kredi pompalamasıyla 2020 yılını kurtarmayı amaçlayan bir anlayışın başarılı olabileceğini düşünebiliyor insanlar. Ekonominin ve ülkenin temel sorunlarını çözmeden, hukuk düzenini yeniden kurmadan, dış dünya ile ve finans dünyasıyla dibe vuran ilişkilerini düzeltmeden Türkiye’nin 2020 yılını kurtarması kolay olmayacak. Ekonomide halka yansıyacak kalıcı bir iyileşmenin yaşanması zor görünürken dış politikada yeni maceralara girişerek durumu kurtarmaya çalışmanın bedelini de unutmamak gerekiyor.
Dünyada ve bölgemizde kritik gelişmelerin yaşanmakta olduğu ortamda 2020 için çok farklı senaryolar tartışılıyor. Bu senaryoları gelecek haftaki yazımda ele alacağım. 2020’ye girerken Türkiye’yi bugün bu noktaya getiren anlayışın miadının dolmakta olduğunu düşünmek de mümkün. Belediye seçimleri sonrasında yeşeren umutların ve siyasetteki yeni arayışların da bu düşünceyi beslediği düşünülebilir.