2011 yılında Arap Baharı’nın başladığı ülkeydi Tunus. Halk protestoları sonucunda diktatör Zeynel Abidin Bin Ali rejimi devrildi, ülkeye demokratik bir iklim hakim oldu.
Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu kapsayan tüm Arap Baharı hareketlerinde olduğu gibi, Tunus’taki demokratik iklimden en çok faydalanan siyasal İslamcı hareketler oldu. Müslüman Kardeşler’in Tunus ayağı olarak tanınan Nahda hareketi iktidar ortağı haline geldi. Ancak Mısır’da Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler’in başına gelenler, Filistin’deki Müslüman Kardeşler hareketi Hamas’ın uluslararası camiadan dışlanmışlığı, Suriye’de Müslüman Kardeşler sempatizanı grupların dış güçlerin büyük çabalarına rağmen Şam’da iktidarı devralamaması ve giderek marjinalleşmesi, Tunus’daki Nahda Hareketi için “ders” niteliğinde oldu.
Tunus Meclis Başkanı Raşid el-Gannuşi önce hareketinin Müslüman Kardeşler ile bağlantısını resmen reddetti, ardından ülkedeki diğer siyasi hareketler ile işbirliğine girerek, “koalisyon ortaklığına” razı oldu. Bu koalisyon, Gannuşi’nin kendisini de Tunus Meclis Başkanlığı’na taşıdı.
Tunus, İslamcı hareket ile demokrasi içinde “barışmış” görünüyordu ki, bir yandan Libya iç savaşı, diğer yandan COVID-19 pandemisi ortaya çıktı. Ülkede artan işsizlik (işsizlik oranı yüzde 17’ye ulaştı), 12 milyon nüfuslu ülkede COVID-19’dan ölenlerin sayısının 17 bine ulaşması, aşılama oranının yüzde 7’de kalması protestoları yoğunlaştırdı.
Geçen yıldan itibaren başlayan halk hareketlerinde, kendilerini sosyal medyada “wrong generation”- yanlış jenerasyon (2011’de Zeynel Abidin Bin Ali’yi deviren neslin çocukları) olarak adlandıran gençlerin daha fazla özgürlük, daha fazla iş ve aş, ülke yönetiminde şeff afl ık ve liyakat talepleri hakim oldu. Polisin sokak hareketlerini şiddetle bastırma çabası, 1600 genç protestocunun gözaltına alınması da, protestoların yoğunluğunu arttırdı.
O kadar ki, herhangi bir partiye mensup olmadan 2019’da ülkenin Cumhurbaşkanı olmayı başaran Kays Said, geçen ay yetkilerini kullanıp, pandemiyle mücadele önlemlerinde orduyu daha faal hale getireceğini açıkladı.Bu durum, aslında Cumhurbaşkanı Said’in bir sonraki hamlesinin ön adımı niteliğindeydi;
“ROBOCOP”, “ROBOCOUP” MU YAPTI?
Said’in, artan sokak hareketlerini bahane edip hafta sonunda, hükümeti feshetmesi, parlamentonun yetkilerini 30 gün olarak açıkladığı bir süre için devralması, tüm milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırması ikinci ve asıl hamlesi oldu. Cumhurbaşkanı bu kararı meşrulaştırmak için Tunus’un mevcut Anayasası’nın (kendisi de 2014’te o Anayasa’nın yazılmasına büyük katkı sağlayan isimlerden biriydi) 80. maddesi gereğince “ülkeyi bekleyen yakın tehlikeyi” göz önüne alarak bu hamleyi gerçekleştirdiğini açıkladı. (O yakın tehlike ne, henüz resmen açıklanmış değil).
İşin kötüsü, Tunus’ta Cumhurbaşkanı’nın bu hareketinin “yetki aşımı olup olmadığını” kararlaştıracak bir Anayasa Mahkemesi de bulunmaması. Dolayısıyla Said’in hamlesinin “darbe” mi, yoksa “devlet adamı olarak ülke güvenliği için adım atmak mı” olduğunu söyleyebilecek kimse yok ülkede.
Nitekim bu yüzden Tunus’ta sokaklar da ikiye bölünmüş durumda; bir kısım Cumhurbaşkanı’nın bu hareketine destek verirken, İslamcı Nahda ise “darbe” olarak nitelendirdi, Gannuşi halkı bu duruma karşı “barışçı direnişe” çağırdı. (Robocop olarak anılan Cumhurbaşkanı Said’in son hamlesi de muhalifl er tarafından “robocoup” olarak adlandırıldı.)
ULUSLARARASI CAMİA - TÜRKİYE HARİÇ - SESSİZ...
Bir başka ilginç durum ise Tunus’ta Cumhurbaşkanı’nın son hamlesine karşılık uluslararası camiada –Türkiye dışında- yaşanan sessizlik; Ne bir kınama, ne bir reddetme hali. (Türkiye’de bile bir kafa karışıklığı mevcut; AK Parti’den gelen “darbe” açıklaması ve kınamalarına karşılık, Dışişleri Bakanlığı resmi açıklamasında daha kontrollü bir dil kullanılması, darbeden hiç bahsedilmeyip, yaşananlardan dolayı “endişe” beyan edilmesi dikkate değer.)
TÜRKİYE NASIL ETKİLENİR?
Peki Tunus’ta yaşanan bu siyasi karışıklık Türkiye’yi nasıl etkiler? Gerek Tunus’taki son bir yıldır artarak devam eden sokak protestolarının, gerekse Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’yı gerekçe göstererek attığı adımın hedefinin 2011’den bu yana ülke yönetiminde söz sahibi olup, halkın taleplerini karşılayamayan İslamcı hareket olduğu açık. Tunus Cumhurbaşkanı Said’in sadece üç ay önce, nisan ayında Kahire’ye yaptığı ziyarette Mısır Cumhurbaşkanı Sisi’yle birlikte “aşırı hareketlerin hem Mısır, hem Tunus için yarattığı tehditlerden” bahsetmesi de duruşu konusunda ipucu niteliğindeydi. (Ancak Said’in Nahda’ya karşı tutumundan, kendisinin de laik bir dünya görüşüne sahip olduğu anlamını çıkarmak mümkün değil; Bu sadece politik bir duruş. Çünkü Tunus Cumhurbaşkanı, eşcinsellik karşıtı tavrı ve kadınların mirastan bile eşit hak almalarına karşı duruşu ile öne çıkan bir siyasetçi).
Buraya son bir not olarak, Tunus Cumhurbaşkanı Said’in Libya krizi konusunda, AK Parti’nin tüm çabalarına, hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Başkent Tunus’a yaptığı ziyaretlere rağmen, Türkiye’nin değil, Mısır’ın yanında duran bir tutum aldığını da eklemek gerekiyor. Nitekim bu yüzden AK Parti hükümeti Tunus’la ilişkileri Müslüman Kardeşler uzantısı Nahda’nın lideri, Parlamento Başkanı Gannuşi ile yürütmeyi tercih etmişti. Gannuşi pek çok kez Türkiye’de ağırlandı, Erdoğan’la sık sık telefon görüşmeleri yaptı. Gannuşi’nin AK Parti hükümeti ile bu yakın ilişkisi, hem Tunus Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın, hem de Parlamento’daki Nahda dışındaki partilerin büyük tepkisini çekti. Türkiye’nin Gannuşi’ye “Tunus’un ikinci Cumhurbaşkanı gibi davrandığı” eleştirileri getirildi.
Kısacası, ilk bakışta Tunus’taki kargaşa, 2011’de Arap Baharı ile bölgede iktidara yürüyen Müslüman Kardeşler’in “Büyük Ortadoğu” bölgesindeki son kalelerinden birinin de yıkılması gibi görünüyor. Tunus’ta başlayan” Arap Baharı”, 10 yıl sonra yine Tunus’ta bitecek gibi duruyor…