Sanayi devriminin hemen öncesine kadar kendi kendine yeter düzeyde üretim yapan insan, daha sonra üretimini yetenekleri doğrultusunda, sistemin kendisine öngördüğü iş bölümü ile sınırlayıp tüketimini artırmaya başladı. Bu durum sanayi devrimi ile hızlandı. 1924’deki Ford’un isim hakkına sahip olduğu bant sistemi sayesinde üretim ve tüketim birlikte kol kola yarışmaya başladı. Bu yürüyüş 1929 krizi ile sona erdi.
Bu süreçte ülkesinin kötü ekonomik koşullarını kullanarak Almanya’da iktidara gelen faşistler ve onların lideri Hitler de, Alman halkına daha iyi koşullarda yaşamayı vadetti. Daha da ileri gitti “siz de Amerikalılar gibi otomobil sahibi olacaksınız” dedi. Kısmen oldular da, Volkswagen (VW) böyle doğdu. Her ne kadar araya savaşın girmesi ile üretimi dursa da, savaş sonrası VW en çok satın otomobillerin arasına girdi.
Tüketimin gücü sadece batı ülkelerinde değil, II. Dünya Savaşı sonrasında bunların şemsiyesi altına giren ülkelerde de kendini hissettirdi. Bu ülkelerde gereksinimlere göre yapılan tüketim artık hedonic hala dönüşürken tüketim sepetindeki malların sayısı da arttı. 1980 sonrası küreselleşme eğilimi ile daha da güçlendi.
Bir başka coğrafyada Rusya’da naylon çorap bulamayan kadınlar, Moskova’da patates almak için kuyrukta bekleyenler, Gorbaçov ile birlikte rejimin yıkılması ile bu mallara sahip olmakla kalmadılar her geçen gün daha fazlasını istediler. Sonradan görme devlet destekli yeni zengin oligarklar ellerine geçen bu kolay serveti Batı cephesinde eritmeye başladılar. Benzer bir yapılanma Çin’de uygulamaya girdi. Bu tüketim çılgınlığı ve gösteriş merakı (Veblen etkisi) Pekin ve Şangay’ı dünyanın en fazla lüks mal satan dükkanların olduğu kentlerin başına geçirdi.
Böylece hemen tüm dünyada toplumsal memnuniyetin ölçüsü daha çok tüketim malına sahip olmakla ölçülür hala geldi. Siyasal rejimler de bu malları sağlayanlar ve sağlamayanlar olarak ayrışmaya başladı.
Bu yapılanma 1980 sonrası Türkiye’yi de içine aldı. Sigara, yağ, çay kuyruklarında beklemekten yorulan halk, 24 Ocak kararları sonrasında artık yabancı sigaralar dahil kuyruksuz istediği sigarayı satın almaya başladı, kaçak mal satan dükkanlardan (Amerikan pazarı) aldığı Amerikan kahvesine marketlerden erişebilir oldu. Marketler de 2000’li yıllardan itibaren hızla AVM’lere evrildi. Tüketici AVM’lerde mutlu oluyordu. Her istediğini alamasa bile artık statüsü yükselmişti. Lüks malların satılan mağazalara gidebiliyor, AVM’de karnını doyurabiliyordu. Geliri yetersiz bile olsa kredi kartları ile tüketim hazzını yaşama şansını elde etmişti.
Tüketiciler “Bu değirmenin suyu nerden geliyor” sorusunu sormaktan kaçındı
Bu dönemde enflasyon oranının tek haneye gerilemesi, finansal paketlere erişim kolaylığı halkın mutlu olmasını sağlarken, bu değirmenin suyu nereden geliyor sorusunu sormaktan hep kaçındı. Adeta gördüğü rüyadan, hayalden uyanmaktan korkuyordu. Nitekim iktidar partisi o yıllarda seçimler de şu sloganı kullandı: “hayaldi gerçek oldu”.
Siyasal iktidarda sürekli tüketici sepetinin büyüklüğünü ve erişilebilirliğini geçmişle kıyaslayarak halkın sisteme bağlılığını canlı tuttu. Bu büyük kitle kentsel değerleri hızla yok etti. Çünkü çabuk tüketiyor, ihtiyaçları bir türlü bitmiyordu. Çoğu iktisatçı için bu normaldi çünkü neoklasik iktisat zaten “ihtiyaçlar sonsuzdur” diyerek analize başlıyordu.
Sonuçta kente sahte kentliler egemen oldu. Bu çok da zor olmadı, çünkü Cumhuriyetin başından bu yana önce sermaye sahibi olup, kültürel boyutta gelişemeyenler (yani burjuva olamayanlar) yeni sahte kentli zenginlerle kolayca eklemleştiler.
Yaşamakta olduğumuz sorun artık tüketim sayesinde sisteme iman etmiş olanların ellerindeki tüketim sepetinin küçülmeye başlaması. Mızmızlanmaya başladılar.
İktidar sepet yine zenginleşecek masalını anlatmaya başladı. Muhalefet ise sisteme karşı çıkmak yerine biz bu sepeti yeniden doldururuz sözlerini vermekte. Yani onlar da sadece söylemde muhalifler.
Bu sisteme tüketim demokrasisi demeyip de ne diyelim.
Okuma önerisi: Robert Bocock, Tüketim.
Margherita Dolcevita, Tatlı Hayat