Dört sene önceki seçim yazısında Trump hakkında şunları yazmışım: “Son olarak Trump’ın bir “anormallik” olduğu kanısında değilim. 1972 seçiminde senatoya seçilen ve o günden beri ya senatör ya da daha üst görevde olan Biden kadar “devletli” olmasa da Trump da hem topluma hem devlete bir derecede “içsel”. 31 yaşında senatör olarak göreve başlayan Biden’ın –en genç senatör- bunca yıl sonra 78 yaşında başkan olmaya soyunması aslında Trump’a karşı onu “süpürecek” bir aday çıkarıl(a)madığının kanıtı.” Esasen COVID konusunda hata yapmasaydı Trump 2020 seçimlerini de muhtemelen kazanacaktı.
2020’de “tamirci” olarak nitelediğim Biden aslında hayli başarılı bir başkanlık dönemi geçirdi. Ekonomide neler yaptı neler ve bir ABD başkanı olarak bakıldığında AB’yi yedeklemesi, NATO’yu yapıştırması da önemli adımlardı. Ancak sembol olarak çok yıpranmıştı ve son ana kadar başka aday bulunamadı. Dolayısıyla ekonomi gayet iyi gittiği, dış politika da Amerikan ölçüleriyle başarılı iken kaybetmek gibi alışılmadık bir durum ortaya çıktı. Tabii şu da var: Trump hakkındaki bütün davalara karşın siyasetten çıkarılamadıysa ve üstelik seçimi de rahatlıkla kazandıysa bu Amerikan devletinde de iş dünyasında da –gayrı menkul, silah, petrol ve tabii Elon Musk- önemli bir karşılığının olduğu anlamına gelir.
Ancak elbette devletle eş bütünleşik değil. Trump radikal bir sağ popülist ve bu sefer devletin ayarlarıyla oynamaya çok istekli ve hazırlıklı geldi. Amerikan siyasetinde de siyaset biliminde de yeni bir sayfa açılıyor gibi görünüyor. Kampanyasında söz verdiklerinin çoğunu yapmayı deneyecek. Bunların ne kadar saçma oldukları önemli değil. Mesela büyük bir göçmen sorunundan söz ediliyor. Oysa göçmenlerin dörtte üçü yasal, vergi veriyorlar ve bir kısmını ABD devleti mühendis vb. açığı var diye kendisi göçmen statüsüne başvurmaya teşvik etti. Ekonomiye ciddi katkılarının olduğu rakamlarla görülüyor. “White thrash” denen eğitimsiz beyazların işlerini ellerinden aldıkları genelde doğru değil çünkü (a) bu insanların göçmenlerin çalıştıkları işlerde çalışacak nitelikleri yok ve (b) vasıfsız ve kaçak göçmenlerin çalıştıkları berbat işleri de beyaz Amerikalılar zaten istemiyor. Bazı yerlerde sorun var çünkü göçmenler birbirlerine yapışarak bir kente, bir kasabaya yığılabiliyor. Böylece bir rahatsızlık doğuyor. Ancak buralarda bile göçmenler iş bularak geliyorlar. Yani halk ne derse desin şirketlere sorulduğunda onlar göçmenlerden gayet memnun.
Bazı kasabalar da, göçmen olsun olmasın, sosyoekonomik olarak yer değiştiriyor. 2008’de refah içinde olan bir Minnesota kasabası bugün herkesin kaçıp başka yerde iş aradığı bir yere dönüşürken az ilerideki geçmişin fakir kenti hızla kalabalıklaşıyor, zenginleşiyor –mesela gayrı menkul fiyatlarındaki artış sayesinde- ve çocukları iyi üniversitelere gidebiliyor. Oylar da yer değiştiriyor; “salıncak” kasabalar böyle ortaya çıkıyor. Yani olayın ekonomik ve sınıfsal bir tarafı kesinlikle var. Ama sadece ‘bir tarafı’ var.
Ülke genelinde mesele bu kadar basit değil tabii. En önemli konu ideolojik ve bu bir algı meselesi çünkü algılar gerçeklerden daha önemli. Buradan hemen Goebbels falan denmesin; bu tip klişelerle çözülecek konu değil. Öncelikle sağ popülizm siyaseti bir moral konusu gibi gösterir. Bu moralistik tahayyülde siyaset lekesiz bir alandır ama “elitler” bu alanı kirletmiştir. “Halk” bu alanı geri alacak ve yeniden pir-ü pak edecektir çünkü moral açıdan üstün olan “halktır”. Elbette “halk” bir kurgudur ve Claude Lefort’a göre popülizmin imgelemindeki halk gerçekte var olan halktan “çıkarılarak” elde edilen bir kalandır. Popülist çıkarma işleminden sonra elde edilen “halk” moral açıdan üstün olacaktır. Pratikte bu ‘Trump taraftarları halktır diğerleri çıkarma işlemiyle elenecek gereksiz unsurlardır’ anlamına gelir. Sağ popülizmin ideal “halkı” Trump sürümünde etnik bir tınıya sahip olmak zorunda değil; onu sadakatle destekleyen Latinler vd. de kolayca “halk” kapsamına alınabilirler. İlginç olan fakirleşen beyazların ‘Latinler ve diğerlerinin durumu düzeliyor, biz geriliyoruz’ diye Trump’a oy vermeleri değil. İlginç olan Latinlerin ve diğerlerinin de ‘bizim durumumuz bozuluyor’ diyerek Trump’a oy vermeleri. Bu ikisi aynı anda nasıl olabiliyor sorusunun cevabı popülizmin algı yaratmaktaki başarısında gizli. Gerçek nedir? Muhtemelen kimsenin durumu mutlak olarak bozulmuyor, aksine iyileşiyor ama göreceli kaymalar, gerilemeler var ve Trump bazı –kısmen doğru- olguları öne çıkararak iki tarafı da ikna etmeyi başardı.
Hem ABD hem dünya için en büyük risk Trump’ın söylediklerini harfiyen yapmaya kalkışması halinde ortaya çıkacak. Dış politika Amerikan halkı için öncelik değildir; hatta pek de ilgilendikleri söylenemez. Trump da bu konuya hâkim görünmüyor. Dış politika Putin’e ‘al Ukrayna’yı ver İran’ı’ diyerek yapılamazsa da Trump işi basitleştirmeye meraklı birisi çünkü dünya görüşü öyle. Ekonomide yapacaklarının enflasyon yaratacağı, kamu borcunu artıracağı, Fed faizlerindeki indirim döngüsünü sonlandırabileceği ve Amerikan çalışanlarına ve orta sınıfına refah kaybı olarak geri döneceği açık gibi duruyor. Ancak bütün Çin karşıtı söylemine rağmen CHIPS Act gibi Biden’ın belki en önemli başarısı olan bir programı iptal etmesi ve yarı iletkende ABD’nin Çin’le rekabet edebilme şansını yok etmesi daha ilginç olur. Gümrükleri artırmak ve ticaret kanallarını tıkamaya çalışmak gibi ABD’ye de zarar verecek adımlar atmak dışında Çin’e yapabileceği pek de bir şey yok. Kaldı ki Elon Musk’un Çin’de –ve pek çok ülkede- ciddi yatırımları var. Mesela Tesla Musk’ın varlıklarının galiba yüzde 75’i ve satışlarının 1/3’ü Çin’de.
Söylemesi kolay yapması zor bir sürü vaadi olan –ki çoğu yapılmasa daha iyi olur türünden- Trump ikinci döneminde dalgalı bir seyir izleyebilir. Demokratlara gelince: Barutları tükenmediyse bir dahaki seferi beklemeden Clinton ve Obama gibi karizmatik ve genç yıldızlar bulup çok daha farklı bir siyaset yapma türü keşfetmeliler. Yeni bir “tamirci” ararlarsa sonuç almaları mümkün değil.