Bu teknoloji muazzam bir şey. Bir uydu anteniniz ve televizyonunuz varsa koltuğunuzda otururken dünyayı dolaşabiliyorsunuz. Kanaldan kanala atlayıp dilerseniz haber, dilerseniz film seyredebiliyorsunuz. Büyükçe ve marifetli bir kaleydoskop başındasınız sanki. Yine televizyonun karşısında böyle bir gezideyken, kanaldan kanala zıplarken bir sahne dikkatimi çekti ve bu kanalda durdum. Sahne şu idi. Koyu renk takım elbiseli, kravatlı ve maskeli adamlar bir markette idi. Raflardan paketleri, kavanozları alıp inceliyorlardı. Etiketlerin resmini çekiyorlardı. Acaba yeni bir Matrix filmi mi deyip, televizyonun sesini açtım. Meğerse bu bir haber programı imiş; haberde görülen takım elbiseli ve kravatlı kişiler de Ticaret Bakanlığı görevlileri. Görevliler, “fahiş fiyat artışı” kapsamında yapılan incelemede bakanlıkça belirlenen temel gıda ve ihtiyaç ürünlerinin fiyatlarının market zincirlerinde kontrolünü yapıp tutanağa bağlıyorlarmış. Ama tahminimde yanılmamıştım. Bu devirde, ülkemiz büyüklüğündeki bir pazarda fiyat artışlarını bu tür uygulamalarla kontrol altına almak, olsa olsa bir bilim kurgu filminin senaryosu olabilirdi. Bu sahne için ikinci tahminim ise, bu bir algı operasyonu idi. TÜİK’in “yumuşatılmış” enflasyon endeksleri ile geçici bir süre avutulan, ama piyasada karşılaştıkları gerçek fiyatlarla şoke olan halkın öfkesini almaya yönelik bir çalışma. Yumruklanacak kum torbasına da “Kirli Beşli”(!) market zincirleri konmuştu.
Gençler belki hatırlamaz. Ama eskiden öyle market zincirleri yoktu. Onların yerinde çoklu fonksiyonlu mahalle bakkalları vardı. Günlük temel ihtiyaçları oradan alırdık. Üst katlarda oturan, merdiven inip çıkmakta zorlanan, romatizmalı yaşlı teyzelerin sepet sarkıtıp ekmek ve gazete istedikleri mahalle bakkalları. Günlük gazetenizi alırken “Ne olacak bu memleketin hali?” ya da “Abi maçı seyrettin mi? Hakem yine hakkımızı yedi” geyiklerini yaptığımız mahalle bakkalları.
Çoklu fonksiyonlu dedim, çünkü yalnız mal satmazdı onlar. Finansal bir kurum gibi de çalışırlardı. ATM’ler yokken acil nakit ihtiyacınızı oradan karşılardınız. Örneğin, “Tüpçü gelmiş, hiç param kalmamış, sen öder misin; bizimki gelince öder” diyen yengenin tüpçü parasını öderdi bakkal. Ya da para bozdururdunuz. Ufak bir banka gibi çalışırdı. Kredi kartları yokken, mahalle bakkalının veresiye defteri vardı. “Karışık, düzensiz yazılarla dolu defter”e, bakkal defteri deriz ama o defter çok değerli idi. Mahalle sakinlerinin finansal tarihinin bir belgesi idi. Bu belge “ Kim ne kadar harcamış, nasıl ödemiş, kişinin finansal gücü nasıl değişmiş” türü bilgileri saklardı.
Mahalle bakkalının başka sosyal hizmetleri de olurdu. Bakkal, mahallenin adeta güven kalesi idi. Okul dönüşü annesini evde bulamayan çocuk, mahalle bakkalına giderdi. Anne, evin anahtarını bakkala bırakmış olabilirdi. Mahalle bakkalı aynı zamanda mahallenin enformasyon kaynağı idi. Kim kimle konuşur, kim gece sarhoş gelir, kim kimle kavgalı bilirdi. Böylesine değerli bir hizmet kaynağı mahallelerden silindi. Bu nasıl oldu?
Market zincirleri piyasaya girince mahalle bakkalları ve manavları ekranda kaybolmaya başladılar. Çünkü işin içine büyüklüğün getirdiği ekonomik avantaj girdi. Mahalle bakkalının kendisine mal getiren toptancı ile pazarlık edecek gücü yoktu. Ama yüzlerce ton mal alan market zincirleri, pazarı “Alıcı pazarı”na dönüştürdü. Bu zincirler dikey büyüyerek tedarik kanallarına da sahip oldular. Üretim noktasına kadar ulaşıp, üreticilere ekim öncesi borç verip, üreticilerin bileğini bükerek alış fiyatlarını aşağı çektiler. Bu market zincirleri yatay da büyüdü. İlk zamanlar büyük şehirlerin belli bölgelerinde açılan bu marketler, mahallerde de mağaza açtılar. Hatta bunlardan ayrıcalıklı olanlar, devlet üniversitelerinin kampüslerine kadar girdiler. Mahalle bakkalları basit işletmelerdi. Küçük bir sermaye ile kurulabilirdi. Onlar küçük esnaflardı. Bu büyük market zincirleri ile rekabet edemediler. Bütün bunlar olurken, o küçük esnaf için hiçbir koruma düşünülmedi. Mahalle bakkalının çoğu böylece piyasadan silindi.
Mahalle bakkallarını ekonomi tarihinin derinliklerine gömen büyük market zincirleri, şimdi suçlu sandalyesinde. Ama bakkalları haritadan sildikleri için değil, “fahiş fiyat” artışlarını yarattıkları için. Aslında bu durum, uzun süredir tanık olduğumuz bir uygulama. Yönetimin hep kullandığı bir araç var: “Biz yapmadık, onlar yaptı” koltuğu; günah keçisi koltuğu. Her beceriksizlik veya başarısızlık için “Biz yapmadık, onlar yaptı” koltuğuna oturtulacak bir suçlu yaratılıyor. Bu yaratılan suçlular bazen ne olduğu bilinmeyen “dış güçler, faiz lobisi” gibi soyut, bazen de somut oluyor. Örneğin, geçen yılın suçluları, patates ve soğan toptancıları idi. Uyuşturucu satıcıları gibi depoları basıldı. Bu yılki piyango ise market zincirlerine çıktı. Fiyat artışlarının suçlusu olarak onlar ilan edildi. Halbuki ülkede ciddi bir enflasyon var. Hem de öyle TÜİK’in resmi rakamlarındaki kadar yumuşatılmış bir enflasyon değil. Her malın fiyatı iyi bir biçimde artıyor. Ama insanlar sadece zaruri ihtiyaçlarını karşılayabildikleri için, sadece gıda maddeleri ve diğer ihtiyaç maddelerindeki artışlar dikkat çekiyor. Bu fiyat artışlarında, belki o kadar masum değiller ama, market zincirleri adeta zurnanın son deliği.
Gıda enflasyonunun çeşitli nedenleri var. Tarım ve hayvancılıkta bilim ve teknolojinin nimetleri yeterince kullanılmıyor. İşletmeler yeterince büyük değil; büyüklüğün getireceği avantajdan yararlanılamıyor. Üretkenlik (Productivity) artmıyor, ama girdi fiyatları hep artıyor. Ve bu artış, doğrudan ya da dolaylı olarak döviz kurundaki artışa bağlı. Örneğin, çiftçinin kullandığı tohumların bir kısmı ithal(TÜİK verilerine göre Türkiye, 2020 yılında 171 milyon dolar tohum ihracatı ve 213 milyon dolar tohum ithalatı yapmış). Tüketilen gübrelerin yaklaşık 1/3'ü ve gübre hammaddelerinin yaklaşık %95'i ithal. Kullandığı traktör, traktörüne koyduğu mazot; diğer tarım makineleri ve parçalarının fiyatı da döviz kuruyla değişiyor. Tarlasını, bahçesini sulamak için kullandığı su pompasını çalıştıran elektriğin fiyatı da döviz kuruna endeksli. Et, süt, yumurta üretiminde de en önemli sorun, yem fiyatları. Hayvancılıkta maliyetin yüzde 50-60’ını yem oluşturuyor. Türkiye karma yemde kullandığı hammaddeler bakımından yüzde 50’nin üzerinde dışa bağımlı(Tarım yazarımız Ali Ekber Yıldırım’ın “Tarım Dünyası” sitesi; https://www.tarimdunyasi.net)
Sonuç olarak döviz kuru arttıkça çiftçinin ürettiği gıda maddesinin maliyeti de artıyor. Ama olay orda bitmiyor. Diyelim ki, mal yüklendi, büyük şehre, örneğin İstanbul’a gelecek. O malı taşıyacak kamyonun ve yedek parçalarının ve de yakıtının da fiyatı döviz kuruna endeksli. Kamyon İstanbul’a, bedava gelmeyecek. Otoyollara, köprüye ve yakıt istasyonlarına para saça saça gelecek. Yine kur artışı denkleme girecek.
Uzun sözün kısası gıdanın fiyatının içinde tarladan market deposuna gelinceye kadar döviz var. Bu döviz kuru yükseldikçe gıdanın fiyatı da artacak. Eğer bütün bu fiyat artışları içinde bir de bu “Kirli Beşli”(!) aralarında anlaşıp kartel kurmuşsa, rekabet etmeyip fiyat ayarlıyorlarsa bu zinciri kırmak da devletin asıl yapması gerekendir.
Yanlış politikalar, yanlış stratejiler ve de stratejik düşünememe yüzünden tarım ve hayvancılığımız can çekişiyor. Eğer böyle devam ederse bu günleri de arayacağız. Her fiyat artışında sıfır gümrük vergisi ile tarım ürünleri ve hayvan ithal edersek, yerli üreticileri de kaybedeceğiz. Girdilerin döviz kuruna endeksli olması yerine, doğrudan malın kendisi döviz kuruna endeksli olacak. Çünkü o zaman her gıda maddesini dışardan ithal edeceğiz.
Ekonomi biliminin gerçeklerine yüz çevirerek, üretimin sorunlarını çözmeden, market zincirlerindeki trajikomik fiyat kontrolleri ile gıdadaki fiyat artışlarının önüne geçilemez. Algı operasyonları da her zaman hedefine ulaşmaz. Her şeyden önce yetkililerin temel bir “ECON-101” (Ekonomiye giriş) dersine ihtiyacı var.