Bilindiği üzere son yıllarda özellikle ekonomi politikalarının ve finansal enstrümanların topluma sağladığı (veya toplumdan götürdüğü) faydayı ortaya koymayı amaçlayan “toplumsal fayda” (social value) adı altında bir kavram ortaya atıldı. Bu kavram ilk önceleri 2008 krizinden sonra başta ABD olmak üzere gelişmiş ülkeler tarafından uygulamaya konulan merkez bankaları ağırlıklı para politikaları özelinde tartışılmaya başlandı. Kriz sırasında konut kredisi başta olmak üzere tüketici kredilerinden mağdur olanlara ve işletmelere doğrudan yardım etmek yerine önce faizleri eksi oranlara düşürüp, bu da yetmeyince (artık kısaltmalarını hatırlamakta zorlandığımız) trilyonlarca dolarlık likidite enstrümanlarını devreye sokarak orta sınıfların pahasına bankaları ve finansal sistemi koruma altına almak tercih edildi. (Halbuki aynı etkiyi maliye politikaları ile de gayet rahatlıkla sağlayabilirdiler, ancak bu noktada liberal ideoloji ve tabii ki devletlerin politikalarında büyük güce sahip olan finansal kuruluşlar devreye girdi.) Sonuçta bu “bedava” kaynaklar finansal piyasalara erişimi olan zengin kesimleri daha da ihya etti. Bunun içindir ki son dönemlerde yüzde 1’in zenginliği giderek daha da fazla sorgulanır oldu. (Gün geçmiyor ki, “falanca zenginin varlıkları şu kadar daha arttı” haberleri çıkmasın.) Hatta, öyle bir noktaya gelindi ki, ABD’de toplumsal bilinci daha güçlü bazı zenginler “benim sekreterim bile benden fazla vergi ödüyor, zenginlerin vergileri artırılsın” demeye başladılar.
Ekonomi politikalarının yanı sıra son yıllarda “keşfedilen” veya popülerlik kazanan pek çok finansal enstrümanın da “sosyal fayda”sı ciddi şekilde sorgulanabilir. Kriptoparalar, bunların ilk halka arzları (initial coin offerings), henüz Türkçesi icat edilmeyen “non-fungible tokens” gibi enstrümanların veya özellikle pandemi döneminde iyice yaygınlaşan insanların zamanını harcamaktan başka bir işe yaramayan gün içi al-satçılık (day trading) gibi faaliyetlerin neye hizmet ettiği, finansal piyasaları ne kadar verimli kıldığı tartışılır.
Tartışılmayacak olan bir şey varsa o da bu enstrümanların ilk yaratıcılarının (veya tecrübesiz al-satçıları hisse hareketlerinin içine sürükleyenlerin) hep parsayı götürenler olması. Amaç çoğu zaman voleyi vurup riski yeni gelenlerin üzerine atmak oluyor. Bu noktada bireysel kâr peşinde koşarken sosyal faydası eksi olan enstrümanlar (veya meşgaleler) yaratarak gerçek toplumsal ihtiyaçları karşılamıyor olması kapitalizmin başarısızlığıdır diyebiliriz.
Bunları biraz da geçen hafta ortaya çıkan Archegos skandalı üzerine yazma ihtiyacı hissettim. Archegos Bill Hwang adında ve daha önce de bazı “içeriden bilgi ticareti” işlerine karışmış, son yıllarda ise “Tanrıyı bulduğunu iddia eden” bir finansçı tarafından idare edilen bir “Aile Ofisi” (family office). Aile ofisleri sadece küçük çok zengin grupların parasını işleten bu yüzden de daha kurumsal fonların daha kısıtlayıcı kurallarından muaf hedge fonları. 2019 verilerine göre bu aile ofislerinin yönetiği para miktarı 5.9 trilyon dolar. Diğer tüm hedge fonlarının yönettiği para ise 3.6 trilyon dolar! Hwang fonun parasının bir kısmını tam bir sosyal değeri sıfır olan “equity total return swap” adında çok yüksek kaldıraçlı enstrümanlara yatırmış. TRS’ler yatırılan hisse senedinin fiyatı artarsa büyük kazandırıyor, düşerse büyük kaybettiriyor. Bu enstrümanların organize bir piyasası da olmadığı için bir oyuncunun toplamda ne kadar pozisyon aldığını takip etmek imkansız. Hwang 4 büyük bankayı kafalayarak çok yüksek pozisyonlar almış. Duruma uyanan Goldman Sachs ve Morgan Stanley kendilerini kurtarmış, Credit Suisse ve Nomura 20 milyar dolar açıkta kalmış. Denilebilir ki, sonuçta 2 büyük banka zarar etti, ABD vatandaşına bir şey olmadı. Ancak daha geniş perspektiften bakarsak bu bankalar hem spekülatif işlemlere aracılık ederek hem de bu uğurda sermayelerinin bir kısmını kaybederek fonların doğru ve verimli dağıtılması olan asli görevlerini yerine getirmemiş oluyorlar.