İstanbul, çok sevilen huysuz bir sevgili gibidir. Ayrı kalınca unutur insan onun huysuzluğunu ve özler. Tekrar karşılaştığında sevgisinin artmışlığını gözlemler ve onu tekrar keşfetmeğe çalışır. Arnavutköy iskelesine gelince bu duygularla yüklüydüm.
Boğaz, geniş bir ırmak gibi önünüzdedir; gemiler üstünde akar da akar. Ve de çoğu kez iskelede beklerken önünüzden akıp geçen bir kuru yük gemisi ya da tanker olur. Her seferinde de bu uzun yol kaptanların dünyasını merak ederim; sorular gelir aklıma. Meslek hayatları uçsuz bucaksız okyanuslarda yol alarak geçmiş kaptanlar acaba Boğaz’ı geçişte ne hissederler? Boğazın iki yakasını seyrederler mi, yoksa pür dikkat geçişe mi odaklanırlar? Denizcilerin her limanda bir sevgilisi olur derler; acaba bu bir denizci fantezisi midir? Bu doğru ise Boğaz’dan transit geçen kaptanlar karadaki sevgililerine düdük çalarlar mı? Hep buna benzer sorular takılır aklıma.
Bu kez Boğaz tenha idi, ne bir kuru yük gemisi ne de bir tanker vardı su üstünde. “Ekonomi uçuyor diyorlar ama bizim taraf sanki uçusa kapatılmış. Bugün dükkânı siftah yapamadan kapattım” diyen esnaf gibi acaba bu büyük gemilerinin kaptanları iş mi bırakmıştı? Ben bunları düşünürken uzaktan acayip biçimli bir yüzen cisim göründü. İskeledeki hemen herkes cep telefonlarını çıkarıp çekime başladı. Eskiden “Çocuktan al haberi” derlerdi. Şimdi “İnternetten al haberi” moduna geçtik ya; hemen Hz Google’a sordum. Bu bir petrol platformu idi, platform Romanya’ya gidiyordu. Acaba Romanya’da seçim mi vardı(!). Boğaz bu geçiş yüzünden büyük gemi trafiğine kapatılmıştı. Ama Boğaz gemileri işliyordu. Eminönü motoru geldiğinde platform önümüzden geçmiş, Karadeniz’e doğru yollanmıştı bile.
Karadeniz’e doğru yol alan petrol platformdakiler Boğaz’ı seyreder mi, seyretmez mi bilemedim. Ama Rumelihisarı- Eminönü seferini yapan motordaki yerli ve yabancı turistler üst kattaydılar, Boğaz’ı seyrediyor ve resim çekiyorlardı. Ben de yerli bir turist olarak yukarda yerimi aldım ve Rumeli yakasını seyre daldım. Tekne Ortaköy’den Beşiktaş’a doğru seyrederken iniş için hazırlandım. Benden önce de davrananlar da vardı. Onların arkasına takılıp teknenin ucuna doğru yürümeye başladım. “Yürüyüş kolumuz” kaptan köşkü önünde bir an için durdu. Gözüm tekneye kumanda eden kaptana takıldı. Yüz ifadesi, bilgisayarının önünde video oyunu oynayan mutlu bir çocuk gibiydi. İşini sevdiği her halinden belli idi. İşini severek yapan birisini görünce konuşmak geldi içimden. Yürüyüş kolunun en arkasında idim, ilerlemedim; kaptan köşkünün önünde durdum. “Kaptan, daha kaç sefer var yapacaksınız?” sorusuyla başlayan konuşmamız Beşiktaş iskelesine görününceye kadar sürdü. Kaptanın denizciliği aileden geliyordu. Kuzguncuk’ta dededen kalma apartmanda oturuyordu. Dededen kalan teknesinin yerine daha büyük bir tekne almıştı. “Tekneye dedemin ismini verdim” derken ses tonunda dedesine olan sevgisi ve minnet duygusu vardı.
Kaptana veda edip Beşiktaş iskelesinde motordan indim. Motordan inen diğer yolcularla birlikte Beşiktaş meydanının değişik yönlerine yayıldık. Meydanı müzik nameleri doldurmuştu. Gençlerden kurulu bir müzik grubu becerilerini sergiliyordu. Bu çok güzel bir uygulama idi. Boğaz’ın bu güzel köşesine bu gençler ve bu güzel sesler yakışıyordu. Meraklıları durmuş dinliyordu. Zamanım olsa ben de durup dinlemek isterdim. Ama benim Şişli’de doktor randevum vardı. Beklemeden Akaretler otobüs durağına doğru yöneldim.
Otobüs kalabalıktı, ama oturacak yer buldum. Akaretler yokuşu sorunsuz çıkıldı. Gençlik yıllarımızda bindiğimiz emektar Skoda marka otobüslerin bu yokuşu nasıl inliye inleye çıktıklarını hatırladım. Trafik de akıyordu. Nişantaşı’nda tıkanır diye düşündüm ama daha erken oldu. Teşvikiye Camii görününce durdu trafik. Yine bir tanınmışın cenazesi vardır dedim ama cami önü bomboştu. Caminin sağ duvarının yanındaki sokakta trafik durmuştu; bir zamanlar Karaköy dolmuşlarının kalktığı o sokakta. Bizim otobüs yolun solunda idi. Nasılsa soldan geçeriz dedim kendi kendime. İki üç araba önümüzde en önde bir taksi vardı ve durmuştu. Herhalde yolcu indirecekti. Bir iki korna sesi duyuldu. “Canım ne kadar sabırsız insanlar; hazır trafik durmuşken adam yolcu indirecek diye düşündüm. Ama yine yanılmıştım. Bizim sıradaki taksi sağa dönecekti, yolu tıkamıştı. Ve biz bekledik de bekledik. Arada bir kaç korna sesi daha geldi. Bizim otobüs sürücüsü de kornasını çaldı. Hepsi boşunaydı. Taksi sürücüsü kılını kıpırdatmadı. Belki biraz ilerleyip yolu açabilirdi. Ama sonra tekrar o sıraya giremezdi. Herkes kaderine razı bekledi. Bizim önümüzdeki arabaları görebiliyordum. Ama arkayı göremiyordum. Bu süre içinde sıra epey uzamış olmalıydı. Herhalde arkalarda durumu görmeyenler, bekleyişi Teşvikiye Camii’ndeki potansiyel bir cenazeye yoruyorlardı. Sonunda sağdaki sokaktaki trafik harekete edip bir arabalık yer açılınca taksi kendini sokağa atabildi, bizim yol da açıldı. Bizim sıra da ilerdeki bekleyiş noktasına doğru harekete geçti.
Nişantaşı kavşağındaki trafik ise tamamen durmuştu. Biz Rumeli Caddesi’nde idik. Trafik ışığı bize yeşil yanıyordu. Işığın ötesinde yolumuz açıktı. Ancak bu caddeyi dik kesen Valikonağı Caddesi’nden gelen trafik yolumuzu kesmişti ve hareket etmiyordu. Otobüste bekledik de bekledik; Trafik ışığı bir kaç kez yeşil oldu, ama önümüzü kesen trafik hareket etmiyordu. Otobüsten inip yürümeye başladım. Kavşağa gelince durumun vahametini anladım. Kavşağı kitleyen arabalar olmasa kavşaktan geçmiş olacaktık. Bu arabalar trafik ışıklarına aldırmadan yolu tıkamıştı. Sanki dağdaki eşkıya gibi yolumuzu kesmişti. Orada bir görevli polis olsa yolu açardı, ama yoktu. Belli ki bu tıkanıklık daha devam edecekti.
Halaskâr gazi Caddesi’ne kadar yürüdüm. Orada trafik akıyordu. Bir otobüse bindim ve Şişli’deki doktor randevuma yetiştim.
Eminönü’nden gelen motora bindiğimde Boğaz trafiği açılmıştı. İstanbul’un huysuz trafiği geride kalmıştı; sevgili Boğaz’ın iki yakasında ışıklar yanmaya başlamıştı; Boğaz’ı seyre daldım. Ancak kitlenen kavşak meselesi aklıma takılmıştı. Mühendisliğim tuttu, aşağıdaki analizi yaptım.
Bu yolu tıkayan sürücüler için iki boyut üstünden bir analiz yapılabilir diye düşündüm. Birinci boyut olarak zekâyı alalım. Bazı insanlar yolun akış hızına bakıp kavşağı geçemezlerse diğer yolu tıkayacaklarını hesap edemezler. Anlatım kolaylığı için bunlara “Aptal” , hesaplayabilenlere de “Akıllı” diyelim. Analizimizdeki ikinci boyut ise terbiyedir. Bazı insanlar kendisinden başkasını düşünmezler. Başkalarının hakkına kolaylıkla tecavüz ederler. Kavşaktan geçemezsem yolu tıkarım gibi bir endişeleri yok. Bunlara da anlatım kolaylığı için “Saygısız”, diğerlerine “Saygılı” diyelim. Böylece elimizde dört tip sürücü olacaktır. 1-Aptal ve Saygısız; 2-Aptal ve Saygılı; 3-Akıllı ve Saygısız, 4-Akıllı ve Saygılı. Bu durumda kavşakların tıkanmaması için sürücülerin “Akıllı ve Saygılı tip olması gerekir. Toplumumuzdaki gidişata bakıldığında da bu tip kişilerin sayısının gün geçtikçe azaldığını görmekteyiz. Buna karşılık saygısızlığı arsızlığa dönmüş ve de zekâ seviyesi normalaltı insan sayısının çoğaldığına tanık olmaktayız. Bu nedenle kavşaklar zaman içinde gittikçe daha çok tıkanacaktır. İnsanların zamanı daha fazla çalınacak, daha fazla yakıt israfı olacaktır. Peki çözüm nedir?
Çözüm, eğitimden geçmektedir. Uygar bir toplum olabilmemiz için anaokulundan başlayarak insanımıza başkalarının hakkına saygılı olmayı öğretmeliyiz. İkincisi de düşünmeyi, hesap yapabilmeyi öğretmeliyiz. Eğer bunu başarabilirsek hiç bir kavşakta yolumuz tıkanmaz. Bu uzun dönemli bir çözümdür.
Trafikteki kavşak tıkanmasına karşı kısa dönemli çözüm ise devletin yaptırım gücüdür. Son gördüğüm bir haberde İstanbul’daki polis sayısının 56.000’i aştığı idi. İstanbul’da Nişantaşı türündeki kaç kritik kavşak var ki? Neden buralarda bir polis olmaz. Bunu yapmaya “devlet aklı” yetmiyor mu?