Aslında hikâye yeni değil.
Türkiye çok partili hayata geçtikten sonra dönem dönem kimin hangi şartlar altında milletvekili seçilebileceği ya da kimin milletvekili dokunulmazlığından nasıl yararlanacağına ilişkin tartışmaları yaşadı.
Gün oldu parlamentoya seçilen kişi cezaevinden tahliye edildi, gün oldu parlamentodan cezaevine gönderildi.
Biraz gerilere gidelim…
1946’da yapılan genel milletvekili seçimlerinde Osman Bölükbaşı, Demokrat Parti’nin Yozgat adayı oldu. Bölükbaşı, 90 bin oy almasına rağmen seçimi kaybetti. Hükümetin manevi şahsiyetine hakaretten dolayı tutuklanarak Sorgun Cezaevi’ne konuldu. İki hafta sonra tahliye oldu. 1949 yılında devrin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye suikast planladığı iddiasıyla Millet Partisi kurucusu Osman Bölükbaşı, bir süre Ulucanlar Cezaevi’nde yattı. Bir hafta sonra iddiaların asılsız olduğu ortaya çıkınca beraat etti. İktidarda CHP vardı.
Aradan zaman geçti…
Bölükbaşı 1950’de Millet Partisi’nden Kırşehir Milletvekili seçildi. 1954’de yine seçildi. 1957 yılında Kırşehir’in il olmasıyla ilgili kanun teklifi Meclis’te görüşülürken TBMM kürsüsünde yaptığı konuşmada yine hükümetin manevi şahsiyetine hakaret ettiği gerekçesiyle dokunulmazlığı kaldırıldı ve yargılanarak Ulucanlar Cezaevi’ne kondu. Bölükbaşı 158 gün hapis yattı. 1957 yılında cezaevindeyken Kırşehir’den yeniden milletvekili seçilen Osman Bölükbaşı, Meclis açıldıktan bir ay sonra tahliye edildi. Seçim günü hapiste olduğu için milletvekili yeminini Ankara Cezaevi’nin 10. koğuşunda mahkûmların önünde yaptı. Bitmedi… 1959 yılında bir ceza daha aldı… İktidarda DP vardı…
Bölükbaşı örneği, bir siyasetçinin iktidarda kimin olduğundan bağımsız olarak, yargılandığı suçlamalardan bağımsız olarak kâh Meclis’ten cezaevine kâh cezaevinden Meclis’e olan yolculuğunu hikayesidir… Tabii aynı zamanda Meclisin, siyasetin ve yargının döneme göre nasıl şekil aldığı ve yorum yaptığını da…
Sonra Türkiye başka örneklerde yaşadı. Bazen cezaevinden meclise giden siyasetçiler gördük bazen meclisten yaka paça cezaevine götürülen siyasetçiler.
Hepsinde istisnasız biçimde hukukun, anayasanın, meclis iç tüzüğünün tartışmanın orta yerinde durduğuna ve her seferinde yasa maddelerinin eğilip büküldüğüne şahit olduk. Ama nedense halkın iradesinin tartışmasız meclise yansımasının sağlanabileceği, yargı kurumlarının hem kendi arasında hem de yargı ile diğer erkler arasında bir güç savaşının hiç olmazsa bu konuda yaşanmayacağı bir hali oluşturamadık…
Şimdi dönelim bugüne…
Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi arasındaki tartışma, sadece iki yüksek mahkeme arasındaki hukuki bir mülahazadan kaynaklanan, o çerçevede kalıp o çerçevede çözüme ulaştırılan/ulaştırılacak olan bir tartışma olmaktan çoktan çıkmış durumda.
Siyasi partiler kendilerini hem yasama hem yargı organları yerine koyarak tartışmanın içine balıklama dalmış vaziyetteler. Bu durumun birden fazla tehlikesi var. Bir yandan toplumdaki devlet-hukuk-siyaset algısı erozyona uğruyor, diğer yandan ülke giderek hukuki güvenilirliğini kaybediyor, sonra yabancı yatırımcı için yurt dışına nafile seferler düzenleniyor. Öyle ya kim siyasetin hukuku kendine göre şekillendirmeye çalıştığı/şekillendirdiği; yargı organlarının siyasi tercihlerine göre kümelenmiş “hukuk insanları” ile karar aldığı; hukukun siyasileşip yasa metinlerinin anlamsızlaştırıldığı bir coğrafyada yatırım yapmak ister ki? Hadi onları bir kenara bırakalım, hangi vatandaş böyle bir durumu hak eder ki?
İşte o yüzden tartışılan konu, aslında yargı kurumları arasındaki bir yorum anlaşmazlığı değil, tartışışan ülkenin ve bizim geleceğimiz…
İki farklı tonda açıklama
Bu konu gündeme gelince, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan peş peşe iki farklı tonda açıklama yaptı.
Önce; “Şimdi Can Atalay’ı alın koyun bir kenara. Bundan önce yine benzer şeyler maalesef oldu. Parlamentomuz da bu konularda ağır hareket ediyor. Yani birçok terörist parlamentoda dokunulmazlıkların kaldırılması süreci geciktiği için kaçtılar, yurt dışına çıktılar. Bunların bu kadar ağır ele alınmaması gerekiyor. Çok seri kararla bu işlerin bitirilmesi lazım” dedi.
Ve bu arada Yagıtay’ı eleştiren Hayati Yazıcı, Abdülhamit Gül gibi isimlere de mesaj vermeyi unutmadı: “Eğer partimden bazı arkadaşlar da burada Yargıtay’ı yerip, Anayasa Mahkemesi’ne övgüler düzüyorsa onlar da yanlış yapıyorlar…“
Sonra hem kendi makamını hem de partisini tartışma dışı bir yere koyarak şu cümleleri sarf etti: “Biz tartışmada taraf değil hakem konumundayız. Meseleye sloganik yaklaşmıyoruz. Ülkenin hayrına çözümler peşindeyiz. Son konuda kim haklı kim haksız değil, neler yapılması gerektiği penceresinden bakıyoruz. Bu sorunun çözüm yeri yasalardır. Ancak yasalarımız bu konuda da yetersiz kalmaktadır. Ülkemizi bir an önce yeni anayasaya kavuşturmanın gerekliği ortaya çıkıyor.”
Peki, iki gün içinde neler oldu da bu ton farkı ortaya çıktı?
Konu siyaset pazarlıklarının bir maddesi haline gelmiş, Ankara’daki güç dengelerinin akıl oyunlarında bir hamle haline dönüşmüş olabilir mi? Böyle ise yukarıda dediğim gibi ülkenin ve bizim geleceğimiz bir kez daha o pazarlık masalarında şekilleniyor olmaz mı?
CHP’nin yeni yönetimi
Bütün bu tartışmaların orta yerinde ana muhalefet partisi ne yapar?
Yani İstanbul’daki 10 Kasım törenlerine çelenk götürmeyi unutacak kadar neyle meşguller?
Özel-İmamoğlu ikilisi kim MYK’da olacak, kim genel başkan yardımcısı olacak onun hesabı içindelermiş anlaşılan. Nitekim Genel Başkan Özel Parti Meclisi ile yaptığı toplantının ardından yeni yöneticileri açıkladı ve şöyle dedi:
“Sadece reaksiyon veren değil, yön gösteren, katkı veren, etkili ve iktidara aday olan bir muhalefet anlayışı sergileyeceğiz. Her bakanlığa karşı bir ‘Gölge Kabine’ bakanı açıklayan ilk siyasi parti olarak, bugünün tarihini not etmenizi istiyorum.”
Gölge Bakanlardan “Adalet Bakanı” yaşananlara ne diyor derseniz, henüz bir şey demiyor. Diyecek mi onu da göreceğiz.
Konu gündelik siyasetin sıradan tartışmalarına düşmemesi gereken bir hayatiyette ve bu konuda ne kadar hassas olunacağı partinin nereye doğru evrileceğini de belirleyecek.
Unutmadan, ister misiniz Kılıçdaroğlu da bir gölge kabine kursun ve kaldığı yerden çalışmalarına devam etsin…