Tahıl koridoru; kimin “zaferi” ?

Zeynep GÜRCANLI Yedi Düvel

Türkiye’nin öncülüğünde, BM çatısı altında imzalanan Ukrayna ve Rusya tahılının dünyaya iletilmesine ilişkin anlaşmalar ilk bakışta herkesin kazandığı bir uzlaşma izlenimi veriyor.

 İlk bakışta görünen şu; Anlaşmalar ile dünyanın tahıl deposu olarak görülen Rusya ve Ukrayna’nın ihracat engelleri kaldırılıyor, küresel ölçekte gün geçtikçe artan yiyecek fiyatlarındaki artışa pansuman niteliğinde bir çözüm bulunuyor. Daha ne olsun?

Ancak şeytan ayrıntıda gizlidir;

Anlaşmalara yakından bakınca, öyle “herkesin kazanan” olduğu bir durum pek yok. Aksine, ilerde büyük sonuçları olabilecek küçük tavizler göze çarpıyor anlaşma metinlerde. 

“Anlaşmalar” ifadesi de boşuna değil elbette; Ukrayna, ülkesine saldıran Rusya ile herhangi bir anlaşmaya imza atmak istemediği için, çözüm “ayna anlaşmalar” olarak bulundu. Buna göre, hem Ukrayna, hem de Rusya, Türkiye ve BM ile aynı konuda benzer metinler içeren farklı anlaşmalara imza koydular.

Anlaşmaların süreleri de birbirinden farklı; Ukrayna anlaşması 120 günlük bir süreyi kapsarken, Rusya anlaşması 3 yıllık. 

Anlaşmalarda Ukrayna’nın payına düşen kazanç, depolarında birikmiş tahılı satma imkanı. Ancak bunu elde ederken, limanları önüne yerleştirdiği mayınlardan, yani Rusya’nın olası bir saldırısına karşı liman güvenliğinden taviz veriyor.

Nitekim bu tavizin ne kadar “büyük” olduğu, daha anlaşmaların mürekkebi kurumadan Odesa limanı’na yapılan füze saldırısında ortaya çıkmış durumda. 

“KANDIRILDIK” MI?

Saldırıya en çok şaşıran da Ankara olmuş görünüyor; Anlaşma metinlerine Türkiye adına imza koyan Savunma Bakanı Hulusi Akar’ın saldırı sonrasındaki açıklamaları da bu şaşkınlığı ortaya koyuyor.

Akar, saldırıdan hemen sonra yaptığı açıklamada Rusya ile temasa geçildiğini belirterek, “Ruslar kesinlikle bu saldırıyla alakalarının olmadığını, konuyu çok yakından ve ayrıntılı bir şekilde incelediklerini bize ilettiler” dedi. Akar’ın bunu söylemesinden sadece birkaç saat sonra ise Rusya saldırıyı resmen üstlendi. Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Maria Zaharova ve Rusya Savunma Bakanlığı Sözcüsü İgor Konaşenkov, Odesa limanının Rusya tarafından vurulduğunu resmen açıkladılar. Ankara’nın Akar açıklamasıyla düştüğü durum yeni bir “kandırılma” durumu olabilir mi? Öyle görünüyor.

Tüm bunları alt alta koyunca, İstanbul’da imzalanan anlaşmaların en büyük “kazananının” Rusya olduğunu söylemek mümkün; Moskova, anlaşmalar ile Batı’nın üzerinde kurmaya çalıştığı yaptırım baskısında koca bir delik açtı.

MONTRÖ’NÜN TÜRKİYE’YE VERDİĞİ YETKİ DELİNDİ Mİ?

Türkiye’deki AK Parti iktidarında ise “anlaşmaları kotaran taraf” olarak bir “zafer havası” hakim. Ancak anlaşmalardan çıkarılan bu gündelik “zafer”, acaba uzun vadede Türkiye’nin başına “hukuksal sıkıntılar” çıkarır mı? Soru bu.

İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı, emekli Büyükelçi Ahmet Erozan anlaşmaya Türkiye adına imza koyan Hulusi Akar’a sorduğu üç soruyla, “zafer” ilan edilen anlaşmaların aslında Türkiye’nin başına iş açıp açmayacağını sorguladı.

Erozan’ın ilk sorusu, anlaşma ile Ukrayna ve Rusya kargo gemilerini denetleyecek ortak mekanizmanın, hukuksal olarak Montrö Antlaşması’nın “delinmesini” getirip getirmediği yönünde; 

Montrö Antlaşması’nın 4. Maddesi, savaş durumlarında bile kargo gemilerinin Boğazlar’dan serbest geçiş hakkı olduğunu belirtip, bunun düzenlemesini de Türkiye’ye bırakıyor. Oysa Ukrayna ve Rusya ile imzalanan anlaşmalar ile, İstanbul’da, BM ve tarafların da temsilcilerinin hazır bulunacağı “bir denetim/koordinasyon merkezi” kuruluyor. Türkiye bu merkezle, Montrö ile kendisine verilmiş olan tekli yetkiyi, Ukrayna, Rusya ve BM ile “paylaşıma” açıyor. Erozan’a göre bu denetim Montrö Antlaşması’nın geçişleri düzenlediği Türk karasularında (yani İstanbul’da) değil de, uluslararası sularda gerçekleştirilmeliydi. Böylece Montrö Antlaşması ile Türkiye’ye verilen yetkiler “erozyona uğratılmazdı”. 

İkinci konu, antlaşmalarda geçen “uluslararası deniz hukuku” ifadesi; Erozan’a göre uluslararası deniz hukuku konusunda yürürlükte sadece 1983 tarihli BM Konvansiyonu var. Ve Türkiye de bu konvansiyona taraf değil. Bu açıdan, Türkiye’nin altına imza koyduğu bir anlaşmada, taraf olmadığı bir uluslararası sözleşmeye atıf yapılması yanlış. Malum; Yunanistan ile Türkiye arasındaki Ege anlaşmazlıklarında Atina hukuksal olarak desteği bu uluslararası konvansiyondan alıyor. İlerde, “altına imza koyduğunuz anlaşmada, Uluslararası Deniz Hukuku konvansiyonuna atıf var. Bunu dolaylı olarak tanımış oldunuz” tezi önümüze gelir mi? Yunanistan’ın bugüne yaptığı tüm dolambaçlı hamleler göz önüne alındığında, “gelmez” diyebilir misiniz?

Erozan’ın ortaya koyduğu 3. Soru ise, anlaşmalarda geçen “Türk boğazı” ifadesi; Oysa Möntrö’de İstanbul ve Çanakkale boğazları tek bir su sistemi olarak düzenlenip, “Türk Boğazları” olarak nitelendiriliyor. Erozan, “Türk boğazı” ifadesinin kullanılmasının gerekçesini soruyor anlaşmaya imza koyan AKP’li Bakan Hulusi Akar’a.

Bunlar,  ileride Türkiye’yi en kritik dış politika konularında sıkıntıya düşürebilecek konulardaki çok ciddi sorular. 

Bakalım “zafer” havasındaki AK Parti’den yanıt gelecek mi? 

Tüm yazılarını göster