Birkaç yıldır özellikle yaz aylarında büyük orman yangınları ve seller olağan haberler haline geldi. Bu yıl da böyle oldu. Türkiye’de Trakya ve Karadeniz’de seller can aldı, orman yangınları binlerce dönüm alanı yok etti. Libya’da sel nedeniyle 12 bin insan yaşamını yitirdi. ABD ve Kanada’da yangınlar aylarca sürdü, Yunanistan halen yanmaya devam ediyor.
Yaşananları doğa felaketi olarak adlandırmak doğru değil. Çünkü tüm bu olumsuzluklarda insan eli var. Sanayi Devrimi sonrası dünya nüfusu ekonomideki büyümeye paralel olarak arttı; “Antroposen Çağı” başladı. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrası kapitalizmin altın çağında (1950-1970) dünya nüfusu hızla arttı. Artan nüfus için tarım alanlarını genişletmek uğruna ormanlar yok edildi. Yine enerji ihtiyacını karşılamak için fosil yakıtlarla ve suyla çalışan santraller küresel ısınmayı her geçen gün daha çok arttırdı.
Doğa hızla elden giderken özellikle otoriter rejimlerle idare edilen ülkelerde bu yıkıma dur diyenlere hoyratça davranıldı. Hükümetlerin izlediği popülist politikalar çevrecileri susturdu. Brezilya’da Eski Brezilya Devlet Başkanı Jair Bolsonaro oy almak için Amazon ormanlarını yok ederken miyop davranış biçimi gösteren halk alkış tuttu. Türkiye’de, ABD’de, Hindistan’da (daha birçok ülkede) çevrecilere terörist muamelesi yapılmakta.
Halbuki Türkiye küresel ısınmanın tam göbeğinde oturuyor dersek abartmış olmayız. Ülkenin ormanları, gölleri, suları yok olurken halk çoğunlukla sessiz kaldı. Bu yok oluşa seyirci kalmak istemeyip seslerini yükseltmek isteyen çevreci, aydın insanlar en kolay yol seçilip “vatan haini” ilan edildi. Barajlara, kullanılmayan köprülere, havaalanlarına karşı çıkanlar ülkenin kalkınmasına engel olanlar olarak görüldü. Kentsel rant uğruna dere yataklarına konutlar yapıldı, deprem bölgelerine binalar dikildi. Bunların neye mal olduğunu anlatmak için sözcüklere bile gerek yok, gözlerimiz yetiyor.
Beton seviciliği
Ancak gelmekte olan bir felaket daha var. Bu felaketin adı “susuzluk”. İklim değişikliği ve ırmak, göl sularının kuralsız kullanımı sonucunda Türkiye’de 300’e yakın doğal gölün yüzde 60’ı kurudu (Nasreddin Hoca’nın yoğurt mayası çaldığı Akşehir gölü artık yok). Yakın dönemde uçuşa açılan İstanbul Havaalanı için onlarca gölet yok edildi, 2 milyona yakın ağaç kesilerek gelecekteki kuraklıklara zemin hazırlandı. Tüm bunlara rağmen halen “Kanal İstanbul” pazarlaması yapılıyor. Hatay’da bataklık haline gelen eski gölün üzerine havaalanı kuruldu; depremde havaalanı işlevsiz hale geldi.
Türkiye’nin beton sevdasının en üst noktaya çıktığı 2002-2023 yılları arasında (Bu döneme “beton seviciliği dönemi” diyorum.) Türkiye’de doğa âdeta yağmalandı, bu yağma halen de devam etmekte. Bunun için Karadeniz yaylalarına, Ege’nin kıyı ve zeytinlik alanlarına bakmak yeterli olur. Türkiye bununla da yetinmedi; kentsel rant uğruna İstanbul’u yok etti, diyebiliriz. Beton seviciliği döneminde İstanbul kent nüfusu 20 yılda yüzde 50 arttı. Türkiye’de yaklaşık olarak her beş kişiden biri İstanbul’da yaşamakta.
İstanbul’un trafik sorununu aşmak için metro, tramvay, köprüler yapıldı. Hiçbiri çözüm olmadı. Çünkü siyasal iktidar İstanbul nüfusunu bilinçli bir şekilde arttırdı. İstanbul nüfusu mülteciler hariç resmi rakamlara göre 16 milyon düzeyine ulaştı. Bu aralar “İstanbul nüfusunu seyrelteceğiz” sözleri söyleniyorsa da bu sözlerin marjinal değeri sıfır. (Mikro iktisat bilenler ne demek istediğimi daha iyi anlayacak.) Çünkü bu sözleri söyleyenler kamu bankalarını, SPK’yi, BDDK’yi ve son olarak TCMB’yi İstanbul’a taşıdı. Halbuki dünyada Merkez Bankası başkentte olmayan sadece 5-6 ülke var.
Türkiye, 2011 yılından itibaren izlediği yanlış tarım-sulama, enerji politikası ve beton seviciliğine bir de mülteci-Arap seviciliğini ekledi. Kimliklendirmeden milyonlarca mülteci ülkeye akın etti; kentlerimizi, insanlarımızı esir aldılar. Hükümet, bu politikayı halkın tepkisine rağmen izlemeyi sürdürmekte; üstelik hem mültecileri kabul ederken hem de şimdi ülke kaynaklarını hesaplamadan, bir strateji geliştirmeden bu politikaya devam etmekte.
Örnekleyelim. Birleşmiş Milletler su raporlarına göre su kıtlığı her geçen gün artmakta, 2030 yılından itibaren kuraklık ve susuzluk yüzünden büyük göç dalgaları görülecek. Su kaynakları yetersiz Orta Doğu, Orta Afrika, Doğu Asya ve Güney Amerika'nın bölgeleri ilk darbeyi yiyecek ülkeler olacak. BM’ye göre 18 ülkede aşırı düzeyde su sıkıntısı halen yaşanmakta. Katar, İsrail, Lübnan, İran, Ürdün, Libya, Eritre, Kuveyt, S. Arabistan, BAE, San Marino, Bahreyn, Hindistan, Pakistan, Özbekistan ve Türkmenistan bu ülkelerin başında yer almakta. Dikkat edilirse sorunlu ülkelerin 11’i Orta Doğu ülkesi ve Türkiye halen bu ülkelerden ciddi göç almakta.
Türkiye’nin su kaynakları bu kadar arttı mı? Hayır. Arz artmazken talep artarsa fiyatlar yükselir. Dolaysıyla kimse damacana suyun fiyatı 100 TL’ye yükseldi diyerek ağlamasın. Bu hesaplamayı gıda ürünleri, konut, ulaşım için de yapabilirsiniz. Derdimiz elbette mülteciler susuzluktan ölsünler değil. Ancak bu kadar mülteci kabul ediyorsanız tüketim sepetini de düşünmelisiniz. Yapılmadı. Eğer BM tahminleri tutarsa Türkiye’ye mülteci akını devam edecek. Yani yağmaya devam.
Okuma Önerisi: İktisat ve Toplum Dergisi, Ağustos 2023 sayısı.