Sürdürülebilirlik geyik mi, gerçek mi?

D. Ferhat DEMİR İNOVASYON DELİSİ

Son zamanların en moda kavramlarından birisi, sürdürülebilirlik. Peki, ne anlıyoruz sürdürülebilirlikten? Çoğumuzun aklına küresel ısınma ya da hava kirliliği gibi çevresel sorunlar geliyor ama konu çok daha derin. Sürdürülebilirlik literatürde temel olarak üç boyutta inceleniyor: ekonomik, sosyal ve çevresel. Evrenin, gezegenimizin ve biz dahil tüm canlıların yaşamlarına devam etmesi elbette çok kritik ama konunun ekonomik ve sosyal yanları göz ardı edilmemeli.

Kurumların ve organizasyonların sürdürülebilirliği bu anlamda önemli bir başlık. Eğer temiz suya erişimimiz yoksa ya da buzulların erimesi ile sular altında kalırsak elbette tüzel kişiliklerin hayatına devam edip etmemesi önemsiz ama konuya bütüncül açıdan bakarak değerlendirmeler yapmalı ve aksiyonlar almalıyız. Sistemlerin ve süreçlerin de sürdürülebilirliği çok kritik bu açıdan. Örneğin kriz anlarında tedarik zincirlerinin kırılmaması hayati önem taşıyor. Lojistik dahil tüm sistemler, tıpkı bankalar gibi dönem dönem stres testine sokulmalı. Aksi takdirde iki ülkenim savaşından dolayı tüm Afrika kıtası açlıktan kıvranabilir. Öyle bir durumda göç dalgası hızlanarak Kuzey Avrupa istila edilebilir. Artık hiçbir konuya yerel bir problem ya da bölgesel bir sorun şeklinde yaklaşamayız. Çin’de kimsenin bilmediği bir kümesten çıkan virüs tüm dünyayı ele geçirebilir.

Meseleye ekonomik açıdan yaklaşırsak UNESCO’nun sürdürülebilir kalkınma hedeflerini takip etmek hayati önem arz ediyor ama ben asıl kendi uzmanlık alanıma dair bir açılım getirerek devam etmek isterim. Son yıllarda konvansiyonel inovasyon tanımına yeni kategoriler eklendi: sosyal inovasyon, sürdürülebilir inovasyon ve eko-inovasyon. Sosyal inovasyonlara dair daha önce birkaç kez yazdım. Geleneksel inovasyonda olduğu gibi yine bir ekonomik değer üretmek zorundayız. Yani gelir şart ama söz konusu geliri, yeni bir ürün ile “sosyal” problemleri çözerek ve insani ihtiyaçları gidererek elde ediyoruz. Yeni bir ürün ve gelir olmazsa olmaz. Aksi takdirde STK oluruz ki dernekçilik ne inovasyondur ne girişimcilik. Eko-inovasyonlar, yeni ürünlerle “çevresel” sorunları giderir. Agritech girişimleri genelde bu sınıfta yer alır. Yeni tanıştığım ve sevdiğim, geliştirdikleri inovatif çözüm ile yangınları önceden tahmin eden ve gerekli tedbirler için ilgili ekipleri uyaran Kozalak girişimi buna iyi bir örnek. Sürdürülebilir inovasyonlar ise hem ekonomik hem “sosyal” hem de “çevresel” bir değer üretmek zorunda. Diğer bir ifade ile yenilikçi bir ürün ya da hizmet ile sosyal ve -veya değil-çevresel sorunları gideren inovasyonlardan bahsediyoruz. Eğer ekonomik bir değer üretimi yoksa yani gelir üretmeyen bir model ile sadece sosyal ve çevresel problemleri çözüm söz konusu ise buna sorumluluk-responsibility- diyoruz. Bu, tam olarak dernek ve vakıfların işi.

Eğer gelir yoksa inovasyonların zaten sürdürülebilir olması ve hayatına devam etmesi mümkün değil. İnovasyon sözcüğünün geçtiği her yerde gelir modelini konuşmak zorundayız. Türkiye iş dünyası sürdürülebilirlik mevhumunu sevdi. Her ne kadar biraz sanat sepet işleri ile karıştırılsa da veya ağaç dikmenin ötesine geçemesek de konuya dair akademide derinlikli çalışmalar yapılıyor. Bazı şirketlerimizin mevzuya ciddi yaklaştığını biliyorum ama birçoğu kurumsal iletişim perspektifinden rol arıyor. Meseleyi PR ötesine çektiğimiz an geyiği bırakıp gerçekten konuşmaya başlayacağız. Çünkü konu gerçekten ciddi…

Tüm yazılarını göster