Geçen haftalarda sürdürülebilirlik ile ilgili farklı boyutları dinleme fırsatım oldu. Sonunda “durun siz kardeşsiniz” diye bağırasım geldi. Denizbank ve Amazon’un farklı boyutlarına dikkatimi çektiği konuda asıl zihnimi açan ise Cevdet Alemdar oldu.
Öncelikle şunu vurgulamakta yarar var. Her konuyu en üst felsefi düzeyde tartışma tutkumuz dünya üzerindeki varlığımızı bir turist gibi, aslında ne olduğunu anlamadan geçen bir süre ile sınırlıyor. Gördüğüm kadarıyla dünya üzerindeki tek sürdürülebilir sistem, canlıların doğmasına ve ölmesine yani sınırlı süreli var oluşa dayanıyor ancak biz ebediyen yaşayan yapılar kurma ve bu yapıların her şeye hâkim olmasını sağlama hayali içinde isteri krizleri ile yaşıyoruz. Oysa Gazi Mustafa Kemal’in söylediği “Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ancak Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır” ya da rahmetli babam İsmet Özdemir’in tekrar ettiği “Mal sahibi, mülk sahibi, hani bunun ilk sahibi?” sözünden anlaşılabileceği gibi sürdürülebilirlik diye bir şey yoktur. Bunun yerine döngüsel ekonomi diye tanımladığımız kavrama benzer hayatlarımız ile etki analizi ile değerini ölçebileceğimiz deneyimlerimiz vardır. Deneyim ile kendi yaşadıklarımız ve çevremize yaşattıklarımızın toplamını kastediyorum.
Bu girizgâhı yapmamın nedeni, TRUK hızlandırma programının konumunu doğru belirlemek. TRUK, Türkiye (TR) ve Birleşik Krallık’ın (UK) bir araya gelmesiyle ortaya çıkmış notunu düşüp devam edeyim. Konum belirlemek kolay bir iş değildir. Kağıt üzerinde iki eksenli olarak belirleyeceğimiz bir koordinat için fiziksel dünyada en az üç eksen kullanmamız gerekir. Ancak aslında, zamanı da bir boyut olarak eklemediğinizde hiçbir konum gerçeği yansıtmaz. Günümüzde ilginç olan, bunların bilim insanları kadar sıradan insanların da çok rahat anlayabilecek noktaya gelmesidir: WhatsApp’ta konum göndermeye çalışan birini karşısına çıkan mevcut konum ve canlı konum seçenekleri sayesinde insanlar zamanı bir boyut olarak konum belirlemekte kullanabiliyor. Oysa Albert Einstein 1905’te İzafiyet Teorisi’ni ortaya atarken bu konu çok büyük bir bilimsel ağırlığa sahipti.
Bugün geldiğimiz noktada, NEOHUB ve Oxentia iş birliğinin “mevcut konumuna” bakarsam, Türkiye’den çıkan sürdürülebilirlik odaklı girişimleri küresel pazarlara açmaya hizmet edecek çok önemli bir aracı görüyorum. Bunun öneminden ve karşılıklı değer yaratma potansiyelinden kuşku duymuyorum. Bir yanda, Türkiye’nin sürekli sorun çözmek zorunda bırakan dinamikleri sayesinde yaratıcılığı yüksek olmak zorunda kalan girişimcilerin kurduğu startup’ların kapasitesi; diğer yanda Birleşik Krallık’ın bu tür startup’ların değerlendirilmesi konusunda sunduğu, bize göre çok yüksek finansal kaldıraç yer alıyor. Bu, mükemmel bir eşleşme yaratıyor.
Ne demek istediğimi anlamanız için, başrolünde John Wayne’in oynadığı 1948 yapımı Red River (Kanlı Nehir) filmini izlemenizi öneririm. Wayne’in canlandırdığı Thomas Dunson karakteri, hayali olan sığır yetiştiriciliği için Meksika sınırındaki bir araziye yerleşir. Önce güç kullanarak kendisini bölgeye kabul ettiren Dunson, yıllarca uğraşarak çok iyi sığırlar yetiştirir ancak nüfus yoğunluğu çok düşük olan ya da daha güzel bir ifadeyle kuş uçmaz kervan geçmez coğrafyada et için oluşan fiyat bir senttir. Rakamları şimdi çok iyi hatırlamıyorum ama kesimlik hayvanlardan oluşan bir sürüyü insanların daha yoğun yaşadığı ve nüfus artışı nedeniyle ete erişimin sorun olduğu bir kasabaya götürdüklerinde fiyatın 20-25 sente çıkacağının hesaplandığını sanıyorum. Sürünün nakli sırasında yüzde 10 kadar bir zayiat olacağı da hesaplanıyor. Birçok alt motif olmakla birlikte sonunda sürünün o kasabaya değil, demiryolunun ulaştığı başka bir noktaya götürülmesi ile daha büyük bir pazarın dinamikleri yakalanıyor ve 50 sente yakın bir fiyata ulaşılıyor. Bu filmdeki hikâye kadar, bu tür filmlere erişimimizi sağlayan TRT 2’nin platform olarak yarattığı değere de dikkat çekmek gerekiyor.
Aynı değer önermesini, DenizBank’ın yeni nesil iştiraki NEOHUB ve Birleşik Krallık’ta inovasyon ve teknoloji odaklı faaliyet gösteren Oxford Global Danışmanlık Şirketi Oxentia iş birliği ile İngiltere ve Türkiye arasındaki girişimcilik ekosistemini güçlendirmek amacıyla hayata geçirilen hızlandırma programı TRUK için de ortaya koymak gerekiyor. Bunu yaparken karşılıklı faydanın altını çizmek gerekiyor. İngiltere İstanbul Başkonsolosu Kenan Poleo’nun, ev sahibi olarak bir konuşma yaptığı program lansmanında heyecanını gizlemeden vurguladığı fırsat penceresi iki tarafa da ferahlık sağlayacak bir pencere.
Çok yüksek değerlemeye ulaşarak Unicorn ve Decacorn’a dönüşen startup’lardan çıkış yapmanın maliyetinin yükselmesi yıllar öncesinden itibaren bu alanda likidite sorununa yol açıyor ve yeni yatırımların önünde bir engel oluşturuyor. Bu saatten sonra para birimleri bazında bu sorunun çözülmesi zor görünürken yeni yüksek değerli startup’lar ile hisse bazında likidite olanağı yaratmak gerekiyor. Son dönemde bakmadım ama daha önceki startup satın almalarında ödemenin bir miktarının alıcı şirketin hissesi cinsinden yapıldığını görüyorduk. Bu sayede çok yüksek değerli ve işlem yapması zor hisse yerine daha kolay alınıp satılabilen bir yatırım aracı ile dinamizmi daha yüksek bir pazar oluşturulabiliyor ya da oluşturulacak. Bu, eski Türkiye’nin ekonomisinde minibüse binmeden önce büfede para bozdurup şoförün “bozuk yok mu” sorusu ile muhatap olmayı engellemedeki duruma benziyor.
Daha evrensel olgu ise, piyasanın kurulduğu yerdeki zenginliğin daha büyük olmasıyla bağlantılı olarak karşımıza çıkıyor. Bizim gibi piyasası sığ olan ülkelerde kazanç, değer yaratarak değil de konjonktürel olarak elde edildiğinden startup’ların değerlemesinde veya fonlanmasında sağlıklı bir ortam oluşmuyor. Bunun bir yanı zombi startup’lara giden yolun taşlarını döşerken diğer yanı büyüme yeteneğini yitirmiş şirketlerimizin startup’ları enteresan değerlerle satın alarak rekabet gücü yaratmaya çalıştığı –ve entegrasyon sorunlarıyla karşılaştığı- bir dünyaya pencere açıyor.
Bu dengeler içinde dikkat çekilmesi gereken onlarca dinamik bulunurken, ben biraz farklı bir yol izleyip en kritik başarı faktörü olarak Denizbank deneyimine işaret etmek istiyorum.
Bu kadar şey yazdıktan sonra, tilkinin kürkçü dükkanına dönmesine benzer biçimde buraya gelmek komik ama bütün bu hikayenin düğümünü çözecek olan, bizim bu hızlandırma programı ile daha büyük pazarlara ve global piyasaya açacağımız sürdürülebilirlik odaklı startup’ların DNA’sına Denizbank deneyimini yerleştirme performansımız olacak. Startuplara çeşitli düzeylerde yapılan yatırımları bir kenara bırakırsam, şirket satın almalarında genel senaryo liderlik ekibinin geçiş sürecinde işin başında bulunmasının ardından yolların ayrılması ve belirli bir süre o sektörde iş yapmama anlaşması ile şirketten çıkmasıdır. Denizbank burada istisnai bir durum yaratıyor. Banka, defalarca el değiştirmesine karşın liderlik ekibini ve kimliğini koruyarak var olmayı sürdürdü ve bu süreçte değerini yükseltti. Üstelik, bankayı satın alan bankaların merkezlerine baktığımızda Kuzey Avrupa, Rusya ve Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) gibi çok farklı coğrafyaları görüyoruz.
Bunun benzeri bir durum, açık kaynak yazılım geliştiren Red Hat örneğinde karşımıza çıkmıştı. IBM gibi, Steve Jobs’ın hayatı boyunca nefret edeceği kadar geleneksel bir şirket bu tür bir yeni nesil şirketi satın aldığında iş modeline ya da yönetimine dokunmadı. Bu sayede bir ile birin toplamının birden küçük kaldığı garip yatırımların yeni bir örneği engellenmiş oldu. Bu hızlandırma programı ile global pazarlara açılacak Türk startup’larının benzer bir hikâye yazması önemli bir başarı faktörü olacak.
İngiltere’nin İstanbul Başkonsolosluğu’ndaki konuşmasında kendi hikâyelerinin bu boyutunun altını çizen DenizBank Finansal Hizmetler Grubu CEO’su Hakan Ateş’in “DenizBank olarak finans sektörünün, yeşil ekonomiye geçiş sürecinde üstlendiği dönüştürücü rolün bilincindeyiz. 2021’den bu yana tarım, KOBİ’ler, yenilenebilir enerji, kadınların ekonomiye katılımı ve genç girişimcileri desteklemek gibi hem çevresel hem sosyal pek çok alanda yaklaşık 8 milyar dolar kaynak sağladık. Sürdürülebilirlik temasına odaklanan start-upların geleceğimize ve ekonomik büyümeye sağlayacakları katkıya olan inancımız tam; onların yanlarında olmaya devam edeceğiz” şeklindeki sözlerinde yer alan yeşil ekonomi ve ekonomik büyüme vurgusu kilit önemde.
Ancak bu bakış, işin icraat tarafında başarılı olunacağının garantisi değil. Türkiye her dönemde öyleydi ancak özellikle son dönemde üst düzey yöneticilerin yaptıklarına mantıklı bir açıklama bulmayı başardığı bir coğrafyaya dönüştü. Bu nedenle, sonuçları görmeden çok ileri yorumlar yapmak yerinde olmuyor.
Ancak NEOHUB Genel Müdürü Gürhan Çam’ın sözlerinden anlaşıldığı kadarıyla, burada tek atımlık cephaneden çok daha fazlası bulunuyor. Çam, “Bu program ile sadece girişimcilere yatırım yapılmasına odaklanmıyoruz; onları sürecin başından itibaren her aşamada destekliyoruz. NEOHUB olarak inovasyon ve sürdürülebilirlik alanları bizim için olmazsa olmaz. Bugüne kadar KOBİ’lere karbon ayak izi yönetimi hizmeti sunan Erguvan’a yatırımımız ve İzmir Tarım Teknoloji ortaklığımız ile kaslarımızı güçlendirdik. TRUK Hızlandırma Programı ile birlikte de bu alandaki çalışmalarımızı daha da ileri taşıyoruz” diyor. Bu sözlerle Red River arasında bağlantı kurduğumda sürünün uzun süredir hazırlandığını ve bu gidişin beklenenin üzerinde bir değer yaratması beklentisine daha yakın hissediyorum.
Eski nesil olarak başkonsoloslukta sunum yapan 10 startup’ın her biri için ekrana yansıtılan kısa tanıtımların tek tek fotoğrafını çekmiştim ve İngilizceden çevirip size aktarmayı planlıyordum. Sonrasında bültende bu bilgiler Türkçe olarak karşıma çıkınca buna gerek kalmadı. Bu hızlandırma programının beni bu şekilde hızlandırmasını bir işaret olarak kabul edip startup’larda da aynı etkiyi yaratmasını diliyor ve sürdürülebilirlik odaklı startup’ların listesini kopyala/yapıştır yöntemiyle aktarıyorum:
“Lansmanda; tarımsal verileri yapay zeka, drone ve uydu görüntülemesi ile analiz eden Agrovech, su ve atık su yönetimini optimize eden Blueit, yapay zeka desteği ile elektrikli şarj istasyonlarını akıllı hale getiren E-dison, kaliteli süt üretimine odaklanarak çiftçiye önemli avantajlar sunan MilkWinner/Lakto Wash, karbon emisyonu yüksek sektörlere karbon azaltma ve yönetim hizmetleri sunan Some Carbon, seyahat ederken para kazandıran pazaryeri Pabbler, tarımsal uygulamalar için yosun bazlı yeni gen malzemeleri geliştiren Palgae, enerji tüketimi optimizasyonuna yönelik Sensgreen, kahve atıklarını biyoplastiğe dönüştürerek plastik kullanımını azaltan Wastespresso ve nar kabuğu atıklarını vegan deriye dönüştürerek moda, otomotiv ve mobilya sektörlerine sürdürülebilir çözümler sunan Yugen olmak üzere programda yer alan 10 girişim sunum yaptı.”
Bu girişimlerin popüler işler yaptıklarını ve piyasada gerekli ilgiyi görmelerinin daha kolay olduğunu anlamak zor değil ve bu seçimin son derece profesyonelce yapıldığı kolayca görülüyor. Bunların dünyaya açılması için geliştirilen program çok doğru planlanmış ancak büyük şirketlerin sürdürülebilirlik odağının biraz daha farklı startup’lara odaklandığına da işaret etmek isterim. Amazon ile ilgili bir önceki yazımda şirketin finansal büyüklüğünden bahsetmiştim. Bu sefer 2024’ün ilk çeyreğinde 1 milyon 521 bin çalışanı olan şirketin çalışan sayısının bu yılın ikinci çeyreğinde 1 milyon 532 bine yükseldiğini belirtmek istiyorum. Şirketin Nashville’deki toplantısında 1,1 milyon ifadesini duyup şaşırmıştım ama herhalde bu ABD içindeki çalışan sayısı ve global rakam haliyle daha yüksek. Şirketin sadece iş güvenliği ile ilgili ekibinde 9 bin kişi çalışıyor.
Bu büyüklükteki Amazon, Nashville’de sürdürülebilirlik alanındaki derinlikli toplantıda (deep dive) yatırım yaptığı üç startup’ı panele çıkardı. Bunlar hakkında size bilgi vereyim.
Amazon’un İklim Taahhüdü Fonu (Climate Pledge Fund) aracılığıyla yatırım yaptığı üç yeni şirket, Molg, Paebbl ve 14Trees adını taşıyor.
Bunlardan Molg, büyüyen e-atık sorunuyla mücadeleye yönelik olarak robotik ve tasarım araçlarını kullanarak döngüsel imalat olanakları yaratıyor. Molg’un mikro-fabrikalarındaki robotlar, karmaşıklığı yüksek elektronik ürünlerin montajını ve parçalanmasını otonom bir modelde gerçekleştiriyor ve firma, önde gelen üreticilerle yeniden kullanılmaya elverişli tasarımlar oluşturmak için işbirliği yapıyor. Molg bu şekilde, bir ürünün sonunun bir diğer ürünün başlangıcı olmasını sağlıyor.
Paebbl, karbondioksiti içine hapsettiği yapı malzemeleri üreterek inşaat ortamını kalıcı bir karbon giderine dönüştürüyor. Dünyada en fazla kullanılan ikinci malzeme olan betonu hedef alan iş modeli ile Paebbl, gündelik yaşama dahil olan bu malzeme sayesinde gelecekteki tedarik zincirinin sürdürülebilirliğini de sağlamayı hedefliyor. Paebbl’ın tamamlayıcı betonsu malzemesini Avrupa’daki yeni veri merkezlerinden birinin inşasında kullanmayı hedefleyen Amazon Web Services’ın (AWS) bu deneyimi, Paebbl’ın malzemesinin prekast beton uygulamalarındaki performansı hakkında önemli bir veri sağlayacak. Bir çeşit beton olan prekast, fabrika koşullarında yeniden kullanılabilir kalıplara dökülerek imal edilen dayanıklı betonarme yapılar inşa etmek için kullanılan yeni nesil bir cephe malzemesi olarak tanımlanıyor.
Amazon’un yatırım yaptığı üçüncü şirket olan 14Trees, üç boyutlu (3D) baskı teknolojisi ile düşük karbon ayak izli binaların imal ve teslim edilmesini hızlandırıyor. Amazon bu yatırımı ile Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki düşük karbon ayak izli veri merkezleri, büyük ölçekli binalar ve hizmet binalarının sanat eseri kıvamında inşa edilmesini sağlamayı hedefliyor.
Bu üç yatırımın kurucularının katıldığı toplantının bizim bölgemiz için en dikkat çekici boyutu, sürdürülebilirliğe odaklı startup’ların aşırı regülasyona sahip Avrupa’da iş yapmakta zorlandığı ve sürdürülebilirlikle ilgili regülasyon bulunmadığı/yeterli olmadığı için Ortadoğu’da iş yapmanın nerdeyse imkansız olduğuna ilişkin yorumlardı. Bu denge TRUK’ın coğrafyayı kader olmaktan çıkaracak bir destekleyici araç olduğunu düşünmemi sağlıyor.
Sabancı Holding’de daha önce sanayi grup başkanı iken Nisan 2024’te mobilite çözümleri grup başkanı olarak atanan Cevdet Alemdar, sürdürülebilirlik yatırımlarının kurgulanmasında bütün bunları tamamlayan bir vizyonu, büyük şirket bakış açısıyla ortaya koyuyor. Yeni görevinde Brisa, Temsa Ulaşım ve Temsa Motorlu Araçlar şirketlerinin bağlı olduğu grubu yöneten Alemdar, Sabancı Business School’un düzenlediği “Sustainability at the Crossroads: What’s Next” (Sürdürülebilirliğin Yol Ayrımı; Bundan Sonra Nereye) adlı toplantıda sürdürülebilirlik yatırımlarının iktisadına ve yatırım dönüşüne dikkat çekti.
Yeni dönemde gerçekleşecek değişimin malzeme bilimi ve teknolojisi, tasarımı ve yenilenmesini kapsayan ekipman imalatı ile bir süreç ya da araç olduğuna net karar veremediği dijitalleşme sayesinde gerçekleşeceğini söyleyen Alemdar, bunlara eşlik eden yeni iş modellerinin kilit olduğunu ifade ediyor. Bu yeni iş modellerini anlayıp analiz edememenin kendilerini düşük maliyetli iş ortağı durumuna getireceği ya da bu yeni dünyada sadece müşteri rolüne oturtacağına işaret eden Alemdar, sermayedarların günümüzdeki yatırım anlayışı ile sürdürülebilirlik yatırımları arasında mükemmel bir uyum bulunmamasına da dikkat çekiyor.
Alemdar, “Günümüzdeki Kapitalist 1.0 versiyonu ölçeklenebilir yatırımlara, kar getiren yatırımlara ve volatiliteyi azaltan yatırımlara inanıyor. Bunlar herhangi bir yatırımcının kullandığı üç kriter ancak bunların hiçbiri sürdürülebilirlik alanında karşılanmıyor. Ölçek kazanmış sürdürülebilirlik yatırımlarının çok örneği yok” dedikten sonra “Norveç gibi 1,5 trilyon dolarlık bir devlet fonunuz varsa batarya üretimine 15 milyar dolar ayırabilirsiniz ancak girişimci bakış açısıyla o yatırımı yapmazsınız” diye ekliyor.
Sürdürülebilirlik yatırımlarıyla ilgili ölçek, volatilite ve karlılık eksikliğinin bulunduğu bu ortamda asıl sorunun, sürdürülebilirlik yatırımlarını yapmamanın kendimizi başkalarının şekillendirdiği bir dünyaya uyanmaya mahkum etmek anlamına geleceğini söyleyen Alemdar, “Bu nedenle TÜSİAD’da son dört yıldır başında bulunduğum Enerji ve Sürdürülebilirlilk Yuvarlak Masası olarak bu alan yatırım yapmanın önemini açıklamaya çalışıyoruz. Buradaki rekabet ortamını anlatmaya çalışıyoruz. Sürdürülebilirliği, kurumsal şirketlerimizin geleceği için ana yatırım alanlarından biri olarak görüp, bunu, değer yaratarak para kazanabilecekleri bir kârlılık alanı haline getirebilirsek değişen iş modelleri dünyasında işleri değiştirmemizi sağlayacak bir koz elde edebiliriz” diyor. Bunun üzerine söz söylemeye gerek görmüyorum.