Şundan bundan

Osman Ata ATAÇ İŞLETMECİLİK SOHBETLERİ

Bugün geçen hafta yazdığım yazının devamı ile işe personel alımlarında mülakatlar konusuna devam edecektim. İlk fırsatta öyle de yapacağım. Yapacağım ama önceden değinmek istediğim bu konu dışında kalan birkaç konu var.

Değerli Yalnızlık-Ben demiştim

2014 yılında birkaç köşe yazımda Doğu Akdeniz ve Türkiye’nin durumuna değinmiştim. Bu bağlamda Dünya’nın enerji üretiminden çok dağıtımı konusunda sıkıntıları olduğunu örneklerle açıkladıktan sonra şöyle yazmıştım:

“Yukarıdaki örneklerden de açıkça görüldüğü gibi petrol ve doğal gazın rezervlerden tüketim merkezlerine dağıtılması için kıyasıya bir rekabet yapılırken, jeo-politik gruplaşmalar belirttiğim parametreler çerçevesinde kuruluyor. Önümüzdeki on-on beş sene dünya sulh ve selameti için çok önemli. Bugün ivedilikle cevap bulmamız gereken soru bu durumda kendi kaynağı olmayan Türkiye’nin değerli yalnızlık! içinde üzerinden boru geçen bir ülke olarak kalması halinde Cezayir, Malta, Kıbrıs ve Mısır’ı da içine alan Kazakistan Azerbaycan’dan başlayan Akdeniz-Hazar denizi ülkeleri havzasında oluşacak fırsatları kaçırıp kaçırmayacağıdır. Tarihte Akdeniz bölgesini asır boyu elinde tutan Osmanlı’nın Rönesans, keşifler ve sanayi devrimini peş peşe kaçırması eninde sonunda Osmanlı Devleti’nin yönetiminin sorumluluğudur.[1]” Bu yazıyı takip eden birkaç yazıda da Doğu Akdeniz’de içinde Yunanistan’ın da bulunduğu Malta’dan Mısır’a uzanan coğrafyada Türkiye’nin dış politikasını rasyonel temellere oturtması, özellikle Türkiye Mısır arasındaki ilişkilerde dikkatli olunmasını önermiştim. Umarım hafızası kuvvetli okurlarım hatırlıyorlardır.

Ben bu mealdeki yazılarıma 2014 yılı yazından sonuna kadar aralıklarla devam ettim. Sonuçta geçmiş ıskalar ve hatalar için Osmanlı idaresini itham kolay (Tarihte Akdeniz bölgesini asırlar boyu elinde tutan Osmanlı’nın Rönesans, keşifler ve sanayi devrimini peş peşe kaçırması eninde sonunda Osmanlı Devleti’nin yönetiminin sorumluluğudur) ama bu kez Akdeniz, özellikle Doğu Akdeniz’de fırsat kaçırırsak bu Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve onun çok güçlü olduğuna inanmak istediğimiz özel sektörünün sorumluluğunda olur.

Aynı birkaç yazıda bizim Doğu Akdeniz’de neden düşman değil dost kazanmaya uğraşmamız gerektiğini de ‘dolarizasyon’ ve enerji kaynakları, özellikle petrol ve doğal gaz, üretimi ve dağıtımı konuları çerçevesinde anlatmaya çalışmıştım. Bu yazıları durup dururken yazmadım elbette. Ülkemizin gelecekteki gücü, refahı ve bütünlüğü mevzu bahis diye yazdım.  Çünkü o sıralar Türkiye’nin mevcut dış politikasının tarifi konusunda yeni bir konsept ortaya atılmıştı: “Değerli yalnızlık.”[2] Konsepti ortaya atan, Türk dış politikasının oluşumundaki en önemli isimlerden biri: o zamanlar başbakan olan Sn. Erdoğan’ın dış politika başdanışmanı İbrahim Kalın’dı. Bu kavram o sıralar İngiltere’nin 19. yüzyılın sonlarında Muhafazakâr Parti tarafından yönetildiği dönemde, özellikle de Benjamin Disraeli ve Salisbury Markisi'nin Başbakanlıkları sırasında, Kıta Avrupası için benimsediği dış politikaya verilen ‘splendid isolation -muhteşem tecrit’ kavramını çağrıştırmıştı[3]. Her neyse sonuçta kendileriyle ortak kabine toplantıları bile yaptığımız Mısır ile aramız bozuldu, karşılıklı vizeleri kaldırdığımız, yine ortak kabine toplantıları yaptığımız Suriye ile neredeyse savaş eder hale geldik. Gerisini biliyorsunuz. Son zamanlarda bu değerli yalnızlık politikasında gevşemeler olduğu, Özellikle Mısır ile ilişkiler konusunda bazı duyumlar alıyoruz. Ama 2013 yılından bu yana neredeyse on yıl geçti.

İşsizlik-Ne iş var Ne de İşçi

Geçen hafta iş mülakatı verenleri birkaç konuda uyarmıştım. Bu bağlamda mülakat verenlerde gözlediğim üç yanlışa dikkat çekmiştim:

1. Adayları değerlendirirken klişe tiplemeler kullanmak;

2. Bilgi-Beceri-Tutum üçlüsünü bir paket halinde değerlendirmemek ve

3. Özgeçmişlerle ve referanslarla yetinip özellikle referansları dikkatli değerlendirmemek.

Mülakat konusuna “Neticede, hele günümüzde, iş arayanlar işverenlerden kat ve kat fazla” diyerek girmiştim. Bu tespite iki tepki aldım. Tepki derken değişik bakış açısı demek istiyorum. Bunlar birbirleriyle ilgili. Biri iş arayanların iş beğenmeme diğeri aranılan vasıfta işçi bulamama.

İzin almadığım için adını veremediğim bir okurum şöyle demiş: “…günümüzde personel arayan işverenler iş arayanlardan kat be kat fazla. Bunu yıllardır çok net bir şekilde tecrübe ettiğimi iletmek isterim. Türkiye gibi iş imkanlarının vasıflı vasıfsız her türlü iş için yüksek düzeyde olduğu, girişimciliğin yaygın olup da insanların iş beğenmediği çok az ülke vardır herhalde…Hocam personel bulamıyoruz. Biraz vasıflıysa kesinlikle gelmiyor, maaşını beğenmiyor, telefonunu bile açmıyor. Kurumsalda da çalışsa bizim gibi KOBİ firmasında da görev yapsa asla işini sevmiyor. Maaşından şikâyet edip emekliliğini bekleyen bir kitle var karşımızda. Çünkü biliyor ki muhasebeci de olsa, çaycı veya tasarım mühendisi, teknik ressam bile olsa bulunmaz Hint kumaşı ve yeri asla doldurulmaz. Maalesef haklılar da…”

Özetle, bu okurum işsizlik sorunu diye tartıştığımız şeyin aslında iş beğenmeme sorunu olduğunu ileri sürmüş. Katılırsınız katılmazsınız o sizin bileceğiniz iş. En azından böyle düşünenler var bilesiniz istedim. Yine adını veremediğim bir başka okurum da “…vasıflı işçi bulamıyoruz. İş var yapacak adam yok...” diyerek tartışmaya değişik bir katkı sağlamaya çalışmış. O da vasıflı işçi sorunu.

Türkiye’de kronik hale gelen işsizliği iş arayanların sunulan işlerin içeriğini, işe ödenecek ücretleri, çalışma koşullarını beğenmemesi nedenlerine bağlamak zor. Okuyucuma haksızlık olmasın bununla bu tür durumlar yoktur demek istemiyorum. Birçok var denilen işin olumsuz ve emniyetsiz çalışma koşulları altında yapılmasının istendiği, bir zamanlar iki-üç kişinin yaptığı işlerin bir kişiden beklendiği, işe ödenen ücretin bazen işe gidiş geliş yol masrafına zor yettiği durumların varlığı da inkâr edilemez. O nedenle soruna bir de iş arayanların gözünden bakılırsa ‘personel bulamama’ meselesinin nedenleri belki daha iyi anlaşılabilir.

Gelelim vasıflı işçi sıkıntısına. Bu konuda daha önce bazı fikirleri sizlerle paylaşmıştım. Dışardan sermaye yatırımları sayesinde son on yıllarda herkesin dilinde olan Çin’in neden dış yatırımcılara cazip geldiğini tartışırken altı konuya değinmiştim: (1). Özellikle 2000’li yıllardan sonra yatırım yapacak yer arayan sermaye bolluğu; (2). Rekabetçilik, (3). Teşvikler, (4). İstikrar, (5). Yerel pazarın cazibesi ve (6). Bölgesel ve uluslararası ticarete açıklık. Bunlar arasındaki ‘rekabetçilik’ bağlamında literatürün Çin lehine olduğunu ısrarla söylediği iki faktör var: (1). Alt yapı, (2) Nitelik ve nicelik olarak iş-gücünün üstünlüğü. İşlediğimiz konuyla ilgili olan da işte bu Çin’in iş gücünün ‘nitelik’ ve ‘nicelik’ olarak rakiplerine üstünlüğü. Bakın ucuz iş gücü denmiyor. Halen en yüksek aylık asgari ücret uygulanan Şanghay’da bu 382USD (2,900 YTL). En düşük ücret USD308 (2,340 YTL). Bu ucuz işçi değil. 2019 yılında Çin’e gelen dış yatırım 140 Milyar Dolar civarında. Bunu “efendim orada işçi ucuz” gibi basit nedenlerle açıklamaya kalkanlar hata yapıyorlar. Çin’e yatırım yapan iş adamlarının en cazip bulduğu şey çok boyutta kalifiye işgücünün fazla araştırmaya ve uğraşa gerek kalmadan çabucak bulunabilmesi. Bu en başta iş gücünün eğitimiyle ilgili. Bugün Çin’de arzulanan sayıda en ‘az vasıflı’ dan en ‘yüksek vasıflı’ işçiyi eğer kolaylıkla bulabiliyorsanız bu bir tesadüf değildir. Sizin beceriniz veya talihiniz de değildir. Çin bunun için büyük yatırım yaptı çok efor sarf etti. Ben Çin’e ilk defa 1989 yılında gittim. O sıralar Pekin’de devletin kadrosunda bulunan tüm görevlileri eğitmekle yükümlü bir üniversitenin öğretim üyelerini eğitiyordum. O zamanlar bilgisayarlar yeni yeni çıkmış. Şimdiki gibi sistemler yok MS DOS var. Yaşı benim yaşıma yakın olanlar MS DOS nedir hatırlayacaklardır. İnanın ‘öğrencilerimin’ yani bu üniversitede çalışan öğretim üyelerinin, bazıları diyeyim haksızlık olmasın, bilgisayarı kullanmak bir tarafa on-off düğmesi nerede bilmediklerinden MS-DOS eğitimine bir türlü geçememiştim. Hey gidi günler hey.

Türkiye’mizde her fırsatta değindiğim gibi eğitim sistemi ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranamaz biçimde. Ne teknik ve sosyal bilgi ne uygulamalı teknolojik deneyim ne de 21. Yüzyıl gelişmelerine uygun tutumlarla donatamadığımız yüzbinlerce ilerinin iş gücü mensubu gencimiz, yeniden eğitilerek yine 21. Yüzyıl işlerine uygun hale getiremediğimiz işsizler ve iş değiştirmeye hazır insanlarımız için gereken eğitim alt yapısını bir türlü kuramadık. Bu açıdan ‘iş var işçi’ yok diyen okurumun haklı bir tarafı var ama sorun başka yerde.

Sağlıcakla kalın  

Dipnot

[1] ‘Çok Şey Oluyor Olacak’, İşletmecilik Sohbetleri, Dünya Gazetesi, 5 Kasım 2014
[2] Hürriyet Gazetesi, 21.08.2013, Dış politikada 'değerli yalnızlık' dönemi
[3] Aslında bizim ‘değerli yalnızlık’ kavramıyla İngilizlerin ‘muhteşem tecrit’ kavramları aynı değildir. 1982 yılından sonra İngiltere’nin ne Almanya-Avusturya-Macaristan-İtalya ittifakına ne de onun karşısındaki Fransa-Rusya ittifakına yanaşmayıp tüm enerjisini denizaşırı sömürgelerine yoğunlaştırarak dış ticaret ağlarını işler vaziyette tutup ve özellikle Hindistan ile olan ticaret yollarının güvenliğini sağlayarak zenginleşmeyi tercih etmişti. Bizim değerli yalnızlığımızın ülke refahına ne kattığı veya ne götürdüğü henüz belli değildir. 

Tüm yazılarını göster