Defne Koryürek, kadın, anne, aşçı, gıda aktivisti… Bu kavramlar kimliğinin belirgin kilometre taşları. Yanı sıra girişimci, doğasever, kasap ve aktif vatandaş. Takıntılı olduğu kavramlar var, lügatta kaybolmuş kelimeler adeta; “haysiyet”, “şuur”, “mahcubiyet” gibi… Ne güzel kelimelerdir bunlar, unutmayalım yeri geldikçe kullanalım. Benim söyleşi seçkimde yer almasına neden olan ilk üç kavram ne diyecek olursanız; burada olmayanlardan seçeyim; merak, macera, cesaret...
Ankara doğumlu, Emirganlı, Şişli Terakki mezunu. Yurt dışında yaşamış… içinizden “tipik Beyaz Türk” dediğinizi duyar gibiyim. Eğitimli ve kent kökenli olmak klişe olarak “beyaz”la tanımlanıyor. Beyazı ve tüm renkleri ayrı ayrı sevdiğim kadar hatta daha fazla severim. Benim peşine düştüğüm tartışma konusu ise klişe değil. Milliyeti, cinsiyeti, coğrafyası ne olursa olsun yeni nesil birey tanımı. Üstelik yaş klişesinden de bağımsız. Nedense yenilikler yalnızca çocuklarımızın hakkı ve hayali değil. İlle de bir renk vereceksek, paletteki renklerin hepsini seçme şansım da yoksa yeni nesil bireyi ifade etmek için, yeşili seçerdim: Yeşil Türk. Yalnızca ekoloji, doğa değil simgelediği, düşünme ve okuma ile sürdürülebilir gelişimle tariflerdim.
Slow Food, Fikir Sahibi Damaklar, ‘Seninki Kaç Santim’ (lüfer mücadelesi), Ne Yiyorsak Oyuz IMC TV,
NTV "Sıcak ve Taze" programı, Refika ve Dükkan markaları… değişik zamanlarda hayatımıza girmelerine vesile olan kadın Defne Koryürek… Kasaplığı olsa da artık Vegan; son durak! Küçükarmutlu’da restoran açmakta öncü olacak kadar gözü kara. Tası tarağı toplayıp şehirden kaçacak kadar cesur.
Kent kökenli köylü. Sudan çıkmış şehirliler diye eğleniyor durumuyla. Dağ köyünde yaşıyor. Yaşamı paylaşmayı tercih ettiği için Konukevi projesiyle ekoloji, gastronomi ve tarım odaklı bir “residency programı” geliştirmiş. Örneğine pek rastlamadığım Mutluköy Konukevi’nin kurucularından. Disiplinlerarası çalışan bilim, kültür ve sanat insanları, tarım, gastronomi ve ekoloji alanlarından birinde, dönüştürücü niteliği olması şartıyla araştırma, yazım ve gelişim için mekan ve zaman olanağına kavuşuyor.
Estetik kaygıyı bıraktığını yaşamak için fonksiyonel olmak zorunda kaldığını söylese de yaşam tercihleri zor ama şık ve orijinal. Zeytin sıkım hanesinden devşirilmiş bir ev ve misafir ağırladıkları kütüphane taçlandırılmış konukevi. Yeterince yaratıcı.
Söyleşi için yeni mekânımız Zoom’da buluştuk. Davet odasından içeri aldığımda gördüğüm manzara karşısında tutuldum. İyi ki, kırmızı elbisem ve fularımla hazırlık yapmışım… Benim kırmızı, mutfak tezgahında oturan Defne Koryürek’in arkasına aldığı bilmem kaç tane bakır kap kacakla yarışamadı, sönük kaldı.
Bu söyleşiyi, emeklilik projesi arayan, yeni bir moda trend peşinde koşanlar için gerçekleştirmedim. Hayatına anlam katma mücadelesiyle kaliteli-mutlu-güzel- yaşam için çözüm odaklı yeni hayat kurmanın şartlarını anlamak, düşüncesini aktarmak üzere yaptım. Özgün hayatlar az, şablon çoğunlukta. Köye gitmek, dağa kaçmak zorunda değiliz, yanlış anlamayın anlam bulmak ve ana fikir etrafında örmek kafi. Bunu da yalnız kendimize değil topluma yararlı kılmak!... Bu hikayeyi öğrenmek ister misiniz. Unutmayın, birbirimize benzemek zorunda değiliz, birbirimizi sevmek ve saymayı deneyebiliriz.
Kadın ve anneyim
En fazla kasıldığım soru siz kimsiniz oluyor. Bir kadın ve bir anneyim. Bu cinsiyetçi bir yaklaşımla kadın olma hali/ hüviyeti değil, anne ve kadın olmak üzere taşıdığım iki kimlik üzerinden adalet ve yaşamla ilgili konularda sınandım. Yaptığım her şey buradan etkilendi. Kadın olmaktan kaynaklı sürdürülebilir tüketimi savundum. Anne olmak bana “son” duygusunu tattırdı. Sürdürülebilir hiçbir şeyin olmadığını aksine her şeyin sonlu olduğunu ve onu özenle korumak gerektiğini öğretti.
Kasaptım vegan oldum
İnsan mezun olduğu okulun diplomasıyla kalmıyor, değişerek geliyorsa zor bir tarif.
Kasaplığım, aşçılığım vardı. Balığın küçüğünü yemeyelim ki, büyüsün yiyelim derken bugün veganım. Oradan buraya gelmem, sınavdan geçmem var. Harekete devam. Şuur enteresan bir şey katman, katman açılıyor.
Haysiyetli çıkış yolu
Sonsuz taleplerle yıpranan bir gezegende haysiyetli bir çıkış yolu arıyorum. Hepimizin bulması gerek. Bu gezegende tek başıma var olamam, birlikte olacağız. Bu haysiyetli çıkış yolu bir sürü yolu deneyip arkasını önünü pratik ederek gelişiyor, sürecin içindeyim ve bu bizi Mutluköy’e kadar getirdi.
Mutluköy mutlu mu?
Hayır değil. Buranın adı aslında Susuz Köy. Daha önce de Araklar demişler. Balıkesir büyükşehir olunca burası köy statüsünden mahalle statüsüne geçmiş. Mutlu Mahallesi olmuş. Ayvalık’ın 6-7 km daha doğusunda 110 rakımda bir köy. İnişli çıkışlı. Yürüyerek gelinebilecek bir yer değil, o yüzden ayrı kalmış. Biz bisiklet kullanıyoruz. Mutluköy Türkiye’nin geri kalanında farklı değil. Sünni Müslüman, erkek egemen, Türk kimliğine sahip çıkan bir ülkenin mahallesi. Renkler fazla değil. Burası sahil köyü olmasa da sahil etkisiyle kadınların selam verip aldığı, gülümsediği bisiklete şortla binmenin mümkün olduğu bir yer… böyle olsa da burada bitiyor her şey. TV’de gördüğümüz içimizi karartan her şey Mutluköy’de de var.
Köyün İstanbul’dan farkı
Mutluköy’ün, İstanbul gibi turbo-kapitalist bir yerden en büyük farkı insanların birbirinin yüzüne bakmak zorunda olması. Facebook’tan arkadaş seçer gibi birbiriniz seçemiyorsunuz. Herkesin birbiriyle mecburi ilişkisi var. Bizim de köye gelmemiz bundan. Topluluk ya da kendine benzeyen küçük klanlar kurmak üzerine kurulan yaşamdan bir çıkış olmadığını çok önce fark ettim.
Neye göre mutluluk?
Burada yabancıyım, gerçi İstanbul’da da yabancı haline gelmiştim, değişmiyor.
Yine de minibüse bindiğimizde kompost üzerine muhabbetler yeni kapı açıyor ama farklı. Mutluluk da farklı değerlendirilmesi gereken bir kavram. Emirgan’da bir sürü farklı dokudan gelen insan vardı. O kadar yalnızız ki, Facebook’taki arkadaşlarımıza yapışıyoruz. Kendi klanlarımızı kurmak istiyoruz. Bu bizi etrafımıza karşı daha sağır hale getiriyor. Çünkü hep aynı tip grupların içinde renksizlik oluşuyor. Tekdüzelikten rahatsızım.
Hangi yalnızlık?
New York’taki yalnızlıkla Türkiye’nin herhangi bir yerindeki yalnızlığı aynı şekilde okuyacağımı sanmıyorum. New York’ta başlangıç parametresi olarak yabancı olduğunuzu biliyorsunuz. İstanbul benim için öyle değil ki, sularını, kalmasa da ağaçlarını bildiğim yer. Orada yabancı olduğum zaman suyu da ağacı da kaybetmiş durumdayım. O zaman köksüz hale geliyorum.
Mutlu musunuz?
Biz emekliliği başarabilmiş bir çift değiliz. Emekli olmak için gelmedik buraya. Gezi’yi Harbiye’de tecrübe ettik, içinde yanında cadde üzerinde… Taksim Meydanı değişti, tüneller açıldı. O ağaçlar kaç kez yer değiştirdi hatırlamıyorum. Gezi’de çok şeyi sınadık. Ben hayalini kurduğumuz değişimin bir megapol olmadığını gördüm. 2011-13’ten başlamak üzere şehirleri terk etmemiz gerektiğine dair notlar almaya başlamışım… Entelektüel kapasite açısından 2 milyona kadar şehirler ideal boyut.
Özümüze dönmek değil bu.
Bu özümüze dönmek mi emin değilim. İnsanoğlunun varlığının 70 bin yıllık bir yaşamı var. Bunun içinde 15 bin yıllık dönemde şehirler içindeyiz. Özümüzden söz edecek olsak, avcılık toplayıcılığa kadar gitmek gerek ki, ben ondan konuşmuyorum. İşlemeyen bir model var elimizde; mega metropoller. Kendi içinde öylesine bir hız var ki, kenarlarına yapışıp düzenin içinde kayboluyor, hızın içinde akıp gidiyoruz.
Buradan çıkış yok
Başka bir şey pratik etmek gerektiğini 2013’de düşündüm. Böyle olmalıdır diyebileceğim hiçbir donanımım yok. Tarih geriye doğru okunur. 82 yaşına kadar yaşama planım var. 82’nci yaş günümde bakarım geriye neyi doğru neyi eksik değerlendirmişim diye… Şehrin içinde hayal ettiğim hiçbir şeyi yapamayacağımı gördüm. Onca yaptığım, konuştuğum, yazdığımdan bir arpa boyu yol gidemediğimi gördüm. Damlayıp damlayıp hiçbir bardağı dolduramadığımı gördüm. Benimle hemfikir olan insanlara rağmen bir yere gidemediğimi gördüm. O eforu sarf etmenin faydası olmadığı fikri bende ağırlaştı. Sonra iklim meselesi fikrinin nasıl bu kadar hafife alındığı konusu içimde birikti. Nerede olmalıyım diye baktığımda gezegenin benim haysiyetli bir çıkış yapmam gerektiği noktasına ulaştım.
Burada yaşam zor!
Çok yoruluyorum, akşam 22:30’a zor dayanıyorum. Her gün her yanımız ağrıyarak yatağa giriyoruz. Burada yaşam zor. Arazi üzerinde kendimizi ayakta tutacak üretim yapabileceğimizi entelektüel birikimimizi boşa çıkarmayacak üçüncü beşincilere alan açabileceğimizi hayal ederek Mutluköy’e geldik.
Üçüncü beşincilere Konuk Evi
Konuk Evi projemiz var. Ekoloji tarım ve gastronomiyle ilgilenen proje geliştiren birileri sosyoloji, tarih, hukuk olabilir… residency projemize dahil olabilir. Disiplinlerin odağının darda kaldığını görüyoruz. Bütüncül bakmayı gerektiren bir yaşamdayız. Örneğin eko kıyım konusuna bakması gereken hukukçular… bunun için alan açmak gerekiyor.
Konuk evinde konukların projelerini tamamlaması gibi bir derdimiz yok. Burada araştırma için sakin mekân sunuyoruz. Misafirimizin köy ve kasabayla ilişki kurması önemli. Günde bir saat bahçede zaman geçirmesini önemsiyoruz. Bulunduğu süre içinde yerli halka 1-2 konuşma yapmasını arzu ediyoruz. Misafir gelip burada odasına kapanıyorsa bizim için iyi bir şey değil. Köye çıkıyor olmasını arzu ediyoruz. Onun gözlem yapmasını değil, insanların burada olduğunu fark etmesini önemsiyoruz. Bir anı bırakmasını bir iz düşümü olmasını arzuluyoruz.
Neden Ayvalık?
2013’de Slow Food liderlerinden biri olarak çalışıyordum. Üç yıl içinde görevi teslim edeceğimi söyledim. Eşimle de konuşmuştuk. 2016 Aralık ayında devir teslim yaptım. Eşim de 2017 Mart ayında işine veda etti. 1 Nisan’da yerleştik. Nereye yerleşeceğimiz konusunu kim önce çözerse oraya yönlenecektik. Ayvalık benim için her zaman hoştu. Bu evi buldum sonra satıldığını öğrendim. Sonra yeniden bize kısmet oldu.
Kanapelerin kar beyaz örtüsü
Taşınırken şehirdeki evden hiçbir şey atamadım. Ben hep gri alanda çalıştım: sivil toplum, aktivizm… para kazanılmıyor. Her şeyimi getirdim. Ama buralara gelince çok şeyin manasız olduğunu gördüm. Kanapelerin üzerindeki beyaz kılıfın örneğin. Köy ortamında deli saçması. Ama buraya gelmeden anlamak mümkün değil. Çok moda, çok güzel, çok şık… Ama kabus gibi. Sobayla ısınıyoruz. Zeytin döneminde budanan ağaçlarla sobayı yakıyoruz. Güzel bir dönüşüm.
Estetik kaygıdan fonksiyonel kaygıya
Biz de yavaş yavaş dönüşüyoruz. Bahçe çok dönüştü. İlk geldiğimizde estetik kaygılarımız vardı. Şimdi yok. Hatta bazı yerlerde otlar ürüyor. Öğrenmek zaman aldı. Fonksiyona kaydık.
Mutfak en şehirli en fotoğraflık alanım. Her şey yırtılıyor, yama yapmayı öğrendim. Her şeyi yapıştırmayı, bantlamayı öğrendik. Daha gidilecek çok yolumuz var. Sudan çıkmış şehirliyiz. İkimizin de geçmişinde kırsal yok ikimizin de köyü Boğaziçi’ndeki mahalleler. Her şeyi öğreniyoruz. Eşim toprağı restore etmeyi öğrendi. Sayesinde fevkalade kuru toprağımız yumuşadı.
Köylü malını satıp savıyor
Köylülerin bizden bir şey öğrenme noktasına gelemedik. Köylü olmanın köyde olmanın bir değeri olmadığı için Türkiye’de köylü malını satmaya çok razı. Kadim bilgiler de yok oluyor. Sürekli olarak toprak satıyorlar. Gelenler ne kadar bilerek alıyor…
“Hoş geldiniz”den “Hayırlı sabahlar”a
Bizim 12 ay burada yaşadığımızı görmek ilk şokları oldu. Geliriz gideriz diye düşünüyorlardı. Birinci yılın sonunda “hoşgeldiniz”den “hayırlı sabahlar”a geldik. Buradan ileriye de az gittik. Bayramlarda çocuklar geliyor, o kadar.
Henüz deterjan yapamıyorum
Dışarıdan bazı deterjanları almamız gerekiyor. Ben ekolojik deterjan yapımına giremedim. Patates gibi kök sebzelerin üretimi zor. Toprak hala sert. Kuru bakliyat ve unu dışarıdan alıyoruz. Kış bostanımız ki burada bahçe diyorlar, bizi çılgınca besledi. Kışın pazara inmek bile gerekmedi. Yaz zor, aniden gelen sıcakların beraberinde getirdiği böcekler özellikle kimyasalla mücadeleye girmiyorsanız şaşırtıcı olabiliyor. Ara mevsim çok güzel uzadı her gün eve 3 adet kabak girdi.
Kuaförüm dışında aradığım bir şey yok
Hiçbir şey özlemiyorum. Saçımı kestirmek dışında çocukluğumdan beri birlikte büyüdüğümüz kuaförüm dışında. 6 ayda bir geliyorum. Kızımı da görmek yaşadığı hayat temposunda kolay olmadığı için gitmemi gerektiren mazeretler azaldı. Gidince 30 saat içinde dönüyorum. Yetiyor.
Ekmeğin kitabını yazıyor
Kitap yazıyorum. Ekmeği metafor olarak kullandığım bir yandan ekmek yapmayı anlatıyorum. Ekmek yapmanın abartılacak bir şey olmadığını düşünüyorum. Elimizde olmayan imkân yok ama ekmek yapmayı mesele yapıyoruz. Abartı içindeyiz. Dünyanın en güzel kabaran ekmeği ya da en çılgın deliklerini tutturamayabilirsiniz… daha iyi ekmek için pratik gerek. Kanaatimce iyi pilav yapmak iyi ekmek yapmaktan zor.
Aktif vatandaşlık devam
Kent konseyinde iklim çalışma grubu kurduk. Korona nedeniyle biraz sekteye uğradı.
Burada kendi içime döndüm. Kitap, ev işleri, günlük okumalar… haftada 2 ekmek yapıp arkadaş ve komşularımla paylaşıyorum. Kendimi seramik tornasına kaptırdım, beyaz çamurla çalışıyorum… Koronada şehirden çıkma temasında konuşmak üzere çok teklif aldım, hepsini reddettim. Çünkü böyle sıkışık anlarda konuşmak tehlikeli.
Meğer biz karantinadaymışız
Biz burada karantinayı hissetmedik, meğer karantinada yaşıyormuşuz. Yapmayı sevmediğim hiçbir şey yok. İyi bir yol arkadaşım var. Yapmayı istemediklerimiz ikimizin de vazgeçmeyi seçtiği şeyler. Zorlama yok. Çok zaman önce camların silinmesiyle ilgili kaygıyı bıraktım örneğin. Koronanın başında çamaşır makinesi bozuldu, tamir ettiremeyince elde yıkadık. Şunu yapmayı sevmiyorum deme şımarıklığım yok. Yok öyle bir dünya. Bu bir emeklilik projesi değil. Bir yaşam şekli.
Tüketim alerjisini abartıyor muyuz?
Mahcubiyet duymakta zarar yok. Hepimiz farklı katmanlara tüketiciyiz, bazı şeyler elzem bazı şeyler elzem değil. Yediğimiz muz, buğdayın arkasındaki ilişkileri biliyor muyuz?... Yazın mevsimlik işçileri taşıyan bir kamyon devrildiğinde fark edeceğiz domatesin arkasındakini. Tüketimle ilgili şuur sahibi olmak için bir arzum var.