Stockholm sendromu

Alaattin AKTAŞ EKO ANALİZ

✔ Okulda astığı astık çocuklara karşı duyulan korku, hissedilen öfke ve gizli hayranlıkla başlar...

✔ Sert ama iyi öğretmenle devam eder...

✔ Çok sert komutan da olur bazen...

✔ Göz açtırmayan amir de...

✔ Ve sonunda tüm ülke Stockholm sendromu yaşar hale gelir...

Cuma ve cumartesi günleri yazı günüm değildir. Pazartesinin yazısı için pazar günü bilgisayar başına geçerim; ama cumartesi gününden de düşünmeye başlarım, ne yazsam diye. Bugünkü yazı bayram tatili dolayısıyla bir anlamda haftalık gibi olacağı için şöyle ekonomiden biraz uzak bir konu olsun istedim. Çeşitli kaynakları karıştırırken o hepimizin bildiği Stockholm sendromuyla ilgili kapsamlı bir değerlendirmeye rastladım. Stockholm sendromu, sıradan görünen bir banka soygunu etrafından gelişen olaylar gibiyse de aslında bu sendromun altında yatan etkenlerin çok daha derin olduğu açık.

Sözünü ettiğim değerlendirme Evrim Ağacı adlı internet sitesinde yer alıyor. Değerlendirmeyi kaleme alan Fatih Birinci. Ben de bugün bu değerlendirmeyi özetleyerek aktarmak istiyorum.

Stockholm sendromu tabii ki o malum banka soygunuyla birlikte gündeme gelmiş değil. O soygunda yaşananlar çok tipik olduğu için bir isim verme gereği ortaya çıkmışa benziyor. Bu sendromu tanımlayan da Psikiyatr Nils Bejerot.

Fatih Birinci’nin yazdıklarını okudukça bireylerin, toplulukların ve hatta ülkeleri oluşturan milyonların nasıl olup da bu sendromu yaşadığını ibretle izliyorsunuz. Bakalım siz de öyle hissedecek misiniz...

★★★

1973 yılında İsveç'in Başkenti Stockholm’deki bir bankaya elinde silahlar ve patlayıcılarla giren Jan Erik Olsson isimli şahıs, havaya ateş açarak “Herkes yere yatsın, parti başlıyor” diye bağırdı. Bu sırada müşteriler ve birçok banka görevlisi dışarı kaçtı. Soyguncu, dört banka görevlisini rehin aldı. Banka, polisler tarafından kuşatıldı.

Arabulucu, soyguncuyla iletişime geçtiğinde, soyguncunun talepleri yüklü miktarda para, biraz mühimmat, cezaevinden bir arkadaşının yanına getirilmesi ve bankanın önünde spor bir otomobil bulundurulmasıydı. Soyguncu talepleri yerine getirilirse arkadaşıyla arabaya binip gidecekti.

Polis, hükümlü olan arkadaşını dışarı çıkararak bankaya getirdi; bankanın önüne istedikleri türde otomobil bırakıldı. Para da teslim edildi. Ancak soyguncu, paraları ve arkadaşını alıp kaçamıyordu; çünkü polis kuşatmayı kaldırmıyordu.

Polis, tavanda bir delik açtı, iki soyguncu polisin içeriye uyuşturucu gaz vereceğini düşünerek (ve doğru tahmin ederek) rehinelerden birisinin boynuna ip bağlayıp tavana astı; ancak rehinenin ayakları yere değdiği için ölmüyordu. Soyguncular, zekice bir açıklama geliştirdiler. Polise, eğer içeriye uyuşturucu gaz verirlerse, bu rehinenin bayılacağını ve artık ayakları yere değmeyeceği için boğularak öleceğini söylediler.

Bu kuşatma, birkaç saat değil, tam altı gün sürdü. Altıncı gün, polis içeriye girdi ve soyguncular silahlarını bırakarak teslim oldu. Bu sırada, şaşırtıcı bir şekilde rehineler, kendilerini soyguncuların önüne atarak siper etti ve “Sakın onlara ateş etmeyin” diye bağırdı.

Soyguncular tutuklandıktan sonra garip bilgiler gelmeye devam etti. Rehinelerden birinin, kuşatma boyunca bir noktada kaçma şansı olduğu halde kendi tercihiyle orada kaldığı öğrenildi.

Daha ilginci bu olayların yaşanıp bitmesinden sonra bile rehineler soyguncuları desteklemeye devam etti. Rehineler, mahkemede soygunculara karşı ifade vermekten kaçındı, hatta aralarında para toplayıp mahkeme masraflarını karşılamalarına yardımcı oldu, sık sık onları hapishanede ziyaret etti. Soygundan yıllar sonra bir belgesele konuşan bir rehine şöyle diyordu:

“Soyguncu beni öldürmeyeceğini, sadece bacağımdan vuracağını söyledi. Ne kadar nazik ve düşünceli bir insan olduğunu düşündüm.”

Birileri tarafından kaçırılan, kötü muamele gören, yıllarca esir tutulan ve kendilerine bunu yapanlara karşı aff etmenin ötesinde duygular besleyen çok sayıda kişiyle ilgili başka örnekler de var.

NEDİR BU SENDROM?

İlk başlarda Stockholm sendromu, rehinelerin kendilerini esir tutanlara karşı geliştirdikleri, sağduyuya aykırı olarak nitelendirilen sempatik duygulara işaret etmek için kullanılmıştır. Sonrasında ise yeni vakaların tespit edilmesiyle anlamı genişlemiştir.

Toplama kampındaki mahkumlarda askerlere ve gardiyanlara karşı, tarikat/ kült üyelerinde önderlerine karşı, fahişelerde kendilerini pazarlayanlara karşı, ensest mağdurlarında ebeveyne karşı, şiddete uğrayan kadınlarda kocalarına karşı gözlenen tuhaf ve anlaması güç bağlılık, Stockholm sendromuna dahil edilmiştir.

Bunun nedeni nedir? Nasıl olur da bir insan, kendisi için yüksek derecede tehdit oluşturan ve kendine zarar veren birine karşı duygusal bağlılık hisseder? Nasıl olur da onu korumaya çalışır, eksikliğini özlemle hisseder ve onun ardından yas tutar? Dahası, nasıl olur da bir terör esiri, zaman içinde kendisini esir edenlerden birisi haline gelir?

TOPLULUKLARIN YAKLAŞIMI NASIL?

Fatih Birinci’nin değerlendirmesinde Stockholm sendromunu yaşayan toplulukları anlattığı bölüm nedense pek çok şey çağrıştırıyor. Devam edelim:

Stockholm sendromuna göre kurban/ezilen durumunda olan topluluk, kendilerini tehditle, şiddet yoluyla ve özgürlüklerini kısıtlamakla yoğun strese sokan kişilerin bakış açısını benimseyebilir. Bu durumda artık kendi bakış açılarına göre bir "kurban/ezilen” durumunda değillerdir. İçinde bulundukları durum, bir anda meşru ve doğru bir duruma, kendilerini ezen insan da aslında yanlış anlaşılmış bir kişiye, hatta bir tür “kahraman”a dönüşür.

Mağdurların, içinde bulunduğu olumsuz koşullardan kurtulma ümidi tükendiğinde, göz önünde ve muktedir görünen bir güce bağlanarak her şeyi onun açısından, onun gibi düşünmesi durumunun toplumsal ölçekli yansımaları da vardır. Ezilenler, bir yandan bu “güç” sahibi kişi ya da kişilerin gazabından korkarlar, bir yandan da bu hiyerarşik ve güce dayalı ilişkiyi zihinlerinde normalleştirerek bilişsel açıdan çelişkilerini azaltırlar.

Kendisine şiddet uygulayan eşini sevdiğini söyleyen kadınlar, tacize ve suistimale uğrayan çocuklar, ağır ekonomik ve hak ihlaline uğramasına rağmen totaliter bir yönetimi destekleyen kesimler bu duruma örnektir.

Peki mağdurun ezen taraf haline gelmesine ne sebep olmaktadır? Mağdur, kendisini baskılayan koşullardan kurtulmasına karşın nasıl hala bu kodlara göre hareket etmektedir?

Şiddete ve tacize uğrayan çocuklar, bu şartlardan kurtulduklarında bile daha saldırgan ve karamsardır, bu çocuklar suça daha eğilimlidir. Şiddete uğrayan kadınlar çocuklarını daha çok döverler. Uzun süre dezavantajlı koşullar altında yaşayan insanların da suça daha çok bulaştıkları bilinmektedir. Şiddetli olumsuz koşullarda bulunan insanların bu davranışlarının nedeni elbette onların cinsiyeti, etnik grubu, ırkı vb değil; olumsuz koşullardan kaynaklanan yaşantı birikimleridir.

Zira dünyaya ilişkin tasarımları, dünyanın vahşi, adaletsiz ve kötücül bir yer olduğudur. Yaşamlarını sürdürebilmek için kişiliklerini ve davranışlarını buna adapte etmişlerdir, artık hayatın temelinin hiyerarşiye ve güce dayandığına inanırlar. Buna uygun hareket ederler.

Bu şekilde bir zamanın mağdurları, ezilenleri, acı çekenleri dünyanın nasıl bir yer olduğuna dair kötücül bir tasarım oluşturur, hayatta kalabilmek için de bu tasarıma uygun davranırlar.

Bu insanlar ancak kendi tasarımlarına uygun hareket ettiklerinde güvenli ve göreli özgür olduklarını hissederler. İnandıkları kurtuluş yolu güce sahip olup onu diğerlerini baskılamak için kullanmaktır.

Böyle insanlar “adalete değil, hiyerarşiye” inanırlar. Artık tutsak değil özgürdüler, mağdur değil muktedirdirler.

Evrimsel, psikolojik ya da sosyolojik açıklamaların hepsinde mevcut ortak bir noktadan söz edilebilir: Kendini seçeneksiz hisseden birey, yeni şartlarına adapte olur. Çünkü her bir canlı türü için hayatta kalmanın odak noktası, çevreye uyum sağlamaktır. Bu çevresel şartlar ne kadar sıra dışı olursa, birey de o kadar sıra dışı bir uyum yapmaya çalışır. Birçok durumda da sağladığı uyum sadece davranışsal boyutta kalmaz, düşünsel/duygusal bir dönüşüm de geçirir.

Bir insanın yüksek dereceden bir tehlike ile karşılaştığında doğal içgüdüsü, diğer türlerde olduğu gibi savaşmak ya da kaçmaktır.

Ancak birey, tehdit karşısında “savaş ya da kaç” seçeneklerinin ikisi de mümkün olmadığında üçüncü bir yol seçer. Tehdit yaratan bireyin aslında tehdit olmayabileceği şeklindeki düşünsel/duygusal dönüşüm onu hayata bağlar. Freud, yüksek tehdit altında bulunan bir insanın, içinde bulunduğu duruma uygun savunma mekanizması geliştirerek kendisini tehdit edenle empati kurabileceğinden, bu şekilde zihnen “tehdit edilen”den “tehdit eden”e dönüşebileceğinden bahseder. Yani mağdur, saldırganla empati kurar.

Seçenekleri tükenen birey kendisine farklı bir seçenek yaratmış olur. Savaşamaz, kaçamaz; ancak bakış açısını ve davranışını değiştirir.

Başa çıkamayacakları bir durum, tehdit ya da şiddet altında köpekler sırt üstü yatıp bacaklarını sallar, maymunlar tırnaklarını yer, insanlar ise boyun eğip diz çöker.

Onlara diz çöktürenler ise büyük olasılıkla bir zamanlar başkasına diz çökenlerdir.

Stockholm sendromundan uzak günlerde nice bayramlar kutlamanız dileğiyle...

Tüm yazılarını göster