Sosyo-ekolojik piyasa ekonomisi

Güven SAK DÜNYA İŞLERİ

Almanya’da Olaf Scholz başbakanlığı Angela Merkel’den bu hafta resmen devralacak. Angela Merkel arkasında çürümüş bir şeyler bırakmadan evine çekilirken, Olaf Scholz ve koalisyon ortakları Almanları gümbür gümbür gelen değişime cesaretlendirmek için kolları sıvamış görünüyor. Koalisyonu kuran partilerin imzaladığı kontratı, 24 Kasım’dan beri isteyen herkes okuyabiliyor. Orada yazıyor.

Karşımızda “amacımız sosyo-ekolojik piyasa ekonomisidir” (Our goal is a social-ecological market economy) diyen ve bunu 177 sayfa boyunca okuyan herkesin beğendiği teknik bir dille anlatan bir yeni siyaset anlayışı var. Galiba bildiğimiz yirminci yüzyıl siyaset anlayışının sonuna geliyoruz. Yeşil Yeni Mutabakat sanki siyaseti de dönüştürüyor. Bakalım Almanya nasıl bir ilham kaynağı olacak? Doğrusu ben ortada üzerinde düşünülmesi gereken bir mesele olduğu kanaatindeyim.

Bu haberi bir başka haberle birlikte okumak lazım sanırım. Avrupa Birliği, Çin’in Kuşak ve Yol Projesine (BRI) rakip Küresel Giriş Kapısı (Global Gateway) Stratejisini açıkladı. Amaç hep aynı: Çin ile rekabet edebilmek, Çin’in değişim hızına yetişebilmek. Birlikte bakınca pek güzel oturuyor sanki.

Zaten kapitalizmin temel karakteri karaktersizliğidir

Öncelikle nerede olduğumuzu tespit etmekte fayda var. İklim değişikliği ve çevre kirliliği konusundaki farkındalık kampanyasının başlangıcını bundan elli yıl öncesine kadar götürebiliriz. Greenpeace’in kuruluşu 1971. Tam elli yıl konuştuktan sonra şimdi harekete geçiyoruz. Atlantik’in iki yakasında şekillenmekte olan Yeşil Yeni Mutabakat, iklim değişikliği gündeminin harekete geçmiş hali aslında. Neden?

Kapitalizmin temel karakteri karaktersizliği aslında. Bugüne kadar her tür eleştiriden beslenebildi, kendini yeniden icat edebildi. Bunun temel nedeni çok basit bir işleyiş prensibine sahip olmasından kaynaklanıyor. Şimdi iklim değişikliği ve çevre kirliliği konusunda getirilen eleştirileri massetme, onları da içerme dönemindeyiz. Bu açıdan gerçek bir dönüm noktasında, yeni bir teknolojik sıçramanın eşiğindeyiz. Evlerimizdeki buzdolaplarını, kapıdaki otomobilleri ve hatta evin kendisini değiştireceğiz, yaşam biçimi değişikliği demek esasen bu.

Buraya birdenbire gelmedik. Hadiseyi bir bütün olarak görmek lazım. Eskiden ilerleme, zenginleşme, büyüme deyince aklımıza nicelikle ilgili bir rakam gelirdi yalnızca. Büyüme deyince eskiden bir tek milli gelirin büyüme oranına bakardık. Sonra 1990 yılında UNDP İnsani Gelişme Raporunu yayımlamaya başladı. Büyümeye nitelik açısından da bakmaya başladık. Kadınların işgücüne katılımı, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim kolaylığı ile milli gelir büyümesini birlikte ele almaya başladık. O rakamı daha iyi anlamaya yardımcı oldu attığımız adım.

Bundan böyle ise büyümeye yol açan, insanların refahını artıran insani aktivitenin gezegenimize verdiği hasarı da dikkat alacağız. Bir ülkenin, bir şirketin performansını değerlendirirken, o performansın gezegene verdiği hasarı da analize dahil edeceğiz. O performansı bu hasarı dikkate alarak iskonto edeceğiz bir nevi. Şimdi bu yeni dönemin metrikleri, KPI’ları ortalığı saracak.

Değişimden korkma, rehavete kapılma

İşte Almanya’da olana bu çerçevenin içinde bakmakta fayda var. Peki, nedir bu sosyo-ekolojik piyasa ekonomisi? Almanya’nın sosyal piyasa ekonomisi yaklaşımının net sıfır karbon emisyonu hedefiyle buluşması bir nevi. Almanlar geleceğin dizel BMW değil, elektrikli Tesla olduğunu bu kadar geç fark ettikleri için hala kendilerine kızıyorlar kanımca. Değişim karşısında paralize olmanın bedelini gördüler. Değişimden korkmanın maliyetini hissettiler. Şimdi gelecekle karşılaştıklarını ve onu tanıyamadıklarını fark ettiler aslında.

O nedenle açıklanan koalisyon manifestosunun adı da değişim ile ilgili. Pek manidar. Daha fazla ilerlemeye cüret (Mehr Fortschritt Wagen). Özgürlük, adalet ve sürdürülebilirlik hedefleri etrafında şekillenen bir koalisyon Sosyal Demokratları, Yeşilleri ve Hür Demokratları bir araya getiren. Willy Brandt’ta yola daha fazla demokrasiye cüret etme (Dare More Democracy) çağrısı ile çıkmıştı zamanında. Demokrasiden Korkma. Bu kez çağrı değişim için. Değişimden Korkma, Rehavete Kapılma.

Bana sorarsanız, Atlantik’in iki yakasında şekillenmekte olan Yeşil Yeni Mutabakata dayalı yeni üretim ve ticaret bölgesinin siyaset anlayışı da şekillenmeye başlıyor sanki. Nasıl Avrupa Birliği’nin tek pazar hedefi artık dijital tek pazar olduysa, sosyal piyasa ekonomisi de artık sosyo-ekolojik piyasa ekonomisi oluyor. Ama bakın burada kalmıyor.

Koalisyon protokolüne göre ilk hedef devleti modernize etmek. Girişimcilere kuşkuyla bakan bir devletten, girişimcilerin önünü açacak kamu yatırımları ve düzenlemelere odaklanmış girişimci bir devlete geçiş hedefleniyor. Atlantik’in öte yakasında olduğu gibi arz yönlü bir iktisat politikası çerçevesi ve yoğun bir dijitalleşme atağı ile. Almanya nerede geride olduğunu biliyor.

Son genel seçimlerde Almanya’da genç seçmenler, Yeşiller ve Hür Demokratlar arasında bölünmüşlerdi. Her iki parti de seçimlerden sonra, ortak olma niyetlerini açıklayıp, merkezden bir parti ile birlikte olacaklarını zaten açıklamışlardı.

Sağ-sol ayrımı ile ilgilenmeyen, farklılığı zenginlik olarak gören, büyük hedefler için herkesle müzakereye açık yeni siyaset anlayışı şekilleniyor. Yirminci yüzyılın kendi kendine konuşmayı seven, ayrıştırıcı ve asık suratlı siyaset anlayışı bitiyor sanki. Bakalım nasıl olacak?

Kuşak ve Yol Projesi yerine küresel giriş kapısı stratejisi

Atlantik’in iki yakasında şekillenmekte olan Yeşil Yeni Mutabakata dayalı yeni üretim ve ticaret bölgesinin altyapı projelerine yaklaşımı da şekilleniyor. Bu yıl Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen “Çin’in bakır madenleri ile Çin’in işlettiği limanlar arasına mükemmel yollar inşa etmekle ilgilenecek değiliz. Bu tür yatırımlar konusunda daha akıllıca davranmak zorundayız” demişti. Nitekim geçen hafta AB’nin kendi konektivite stratejisi olarak “Global Gateway” açıklandı.

Proje yalnızca donanım odaklı altyapı yatırımlarını içermiyor bu arada, aynı zamanda kurallar ve yasal düzenlemeler gibi işin bir nevi yazılım tarafını da içeriyor. Yalnızca yol yapmak değil, AB’nin kabul ettiği trafik işaretleme ve kurallarının kabulünü de içeriyor. Yalnızca dijital ticaret altyapısının oluşturulması değil, AB’nin veri paylaşım standartlarının kabulünü de içeriyor. Amaç, ticaretin işleyebilir altyapısını inşa etmek ve ülkeleri hakikaten birbirine bağlamak.

Büyük şirketler küçük şirketleri değişime hazırlıyor

Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa hem iktisadi altyapı hem de siyasi değişim açısından gümbür gümbür gelen Çin rekabetine karşı rehavetten kurtulmaya çalışıyor ve değişime hazırlanıyor. Peki, Türkiye ne yapıyor? Türk devleti kendi yarattığı bir faiz-kur-enflasyon girdabının içinde debeleniyor gördüğüm kadarıyla. İdarenin ehem mühimi birbirinden ayıramadığını her gün çeşitli örneklerle görüyoruz.

2053 Net Sıfır Niyet Beyanı Belgesi hala tartışmaya açılmadı. Bundan sonrası için özel sektöre önünü gösterecek kilometre taşları hala belirlenmedi. Ama ağzı olan konuşuyor. Sonra bir bakıyoruz: İncir çekirdekleri hala boş. Yirminci yüzyıl siyaseti, Türkiye’de hala pek canlı ve pes etmemeye kararlı duruyor doğrusu. Boşuna çaba.

Neyse ki, değişim kendine bir yol buluyor. AB ülkelerinde peş peşe çıkan Due Diligence yasaları işlevini görüyor. Türkiye’de tedarik zinciri işleten AB firmaları, buradaki tedarikçilerine karbon ve su ayak izi ile atık yönetimini sorgulayan mektuplar yazıyorlar. Türkiye’nin büyük firmaları da kendi yerli tedarikçilerini eğitmek için toplantılar düzenliyorlar. Geçenlerde Arçelik, Eskişehir’de yüz kadar firma ile bir aradaydı. Büyük firmalar küçük firmalara ne beklediklerini anlatıyorlar. Bir yandan da yeni tedarikçiler arıyorlar.

Peki, bu yeter mi? Hayır. Firmalarımızın daha kapsamlı bir çerçeveye ve onların yeni ortama intibakını sağlayacak bir bütçeye ihtiyaçları var. Merak edenler AB’de kamunun yapısal fonlar aracılığıyla geçişi kolaylaştırmak için aldığı tedbirlere, ayırdığı bütçelere bakabilir.

Türkiye Çin gibi kendi yolunu çizebilir mi?

Bu ne demek? Ya AB’nin bizi kendi istediği biçime, kendi istediği gibi sokmasına imkân vereceğiz ya da değişimi kendi hedeflerimiz doğrultusunda yapacağız. Türkiye’nin Çin gibi kendi yolunu çizebilme imkânı kaldı mı? Hayır. Türkiye’nin artık yeni bir hikâyeye ihtiyacı var.

İdarenin Türkiye’yi, her ne akla hizmetse soktuğu, faiz-kur-enflasyon sarmalı, 2022’nin ortalarından itibaren buralarda içimizi daraltacak ve seçme şansımızı elimizden alacak gibi duruyor. İsterseniz grafiğe bir göz atın. Enflasyonun kontrolden çıktığı bizim gibi bir ülke kalmadı. Enflasyon yüzde 40’larda dolaşırken, merkez bankası politika faizi yüzde 15’te kalsa ne olur? Hiçbir şey olmaz.

Yine dünya bizi kendi istediği biçime sokacak bu gidişle. Hayırlısı artık. Ülkelerin batmadığını ve Türkiye’de toparlanmanın son derece hızlı olacağını biliyoruz. En son Naci Ağbal döneminde görmüştük. Hatırlatayım.

İnsan, Almanya’nın yeni koalisyon protokolüne bakınca imrenmekten kendini alamıyor doğrusu. Yazık.

Tüm yazılarını göster