Son 40 yılda geldiğimiz nokta, arkasındaki temel nedenler ve yapılabilecekler

Fatih ÖZATAY EKONOMİDE UFUK TURU

İçi giderek boşalma tehlikesi taşıyan ‘yapısal reform’ kavramı, sonuçta temel sorunların çözüm yöntemlerinin tasarlanması ve uygulanması anlamına geliyor. Dolayısıyla, öncelikle bu reformları tasarlayacak bir ekip gerekiyor.

Gazetemizin 40. kuruluş yılı dolayısıyla kaleme aldığım bu uzun yazıda kadim sorunumuza odaklanıyorum. Dünya Bankası ülkeleri dört gruba ayırıyor: Yüksek gelir grubu, yüksek-orta gelir grubu, düşük-orta gelir grubu ve düşük gelir grubu. Türkiye yüksek-orta gelir grubunda yer alıyor. Uzun dönemli bir perspektiften bakıldığında, Türkiye’nin temel sorunu bu sınıflandırmada ortaya çıkıyor. Türkiye, yüksek gelir grubunda değil ve dahası bu grupla arasında önemli farklılıklar var. Yazıda bunun nedenlerini sorguluyor ve bazı basit çözüm önerilerine yer veriyorum.

Durum: 1980-2019

Grafik 1’de Türkiye’nin satın alma gücü paritesi ile ölçülen kişi başına gelir düzeyinin G7 ülke grubunun (bu ölçüt açısından sırayla ABD, Almanya, Kanada, Fransa, İngiltere, Japonya ve İtalya) satın alma gücü paritesi ile ölçülen ortalama kişi başına gelir düzeyine oranı var. Grafikte aynı oran Kore için de gösteriliyor. Ele alınan dönem 1980-2019 arası. Grafik 1. Türkiye ve Kore’nin kişi başına gelir düzeylerinin G7 ülkelerinin ortalama kişi başına gelir düzeyine oranı: 1980-2019 (%). Kişi başına gelir düzeyleri satın alma gücü paritesi ile ölçülüyor. Kaynak: IMF WEO.

Birkaç özellik dikkat çekici. Birincisi, 2019 yılında Türkiye’nin kişi başına gelir düzeyi G7’nin %52’si kadar. İkincisi, 1980-2010 arasındaki artış 9 puan kadarken, 2010’dan bu yana aynı oran yaklaşık 11 puan artmış. Dönemin bütününde 20 puanlık bir iyileşme var. Ancak hemen bir not düşmek gerekiyor: Yeni GSYH serileri eskisinden daha değişik veri kaynakları kullanılarak hesaplanıyor. Bunların çok az bir kısmı 2009 öncesine gidiyor. Aynı kaynaklar 2009 öncesi için de olsaydı kişi başına gelir düzeyi o yıllar için daha yüksek olacaktı. Dolayısıyla, 11 puanlık artış aslında daha düşük. Neyse… Sonuçta, dönemin bütününde bir iyileşme var. Üçüncüsü, Kore 1980’de bizden daha kötü bir durumdayken (biz %31, onlar %20) zamanla bizi geçmiş (2019’da %82) ve zenginler ile arasındaki farkı hızla azaltmış.

Kıssadan hisse: Zengin ülkelerle aramızda önemli bir gelir farklılığı var ve dahası bunca yıldır bu fark arzu edilen ölçüde azalmamış. Bu olgu bir kader değil; bu farkı hızla azaltan ülkeler var.

Kişi başına gelir düzeyi karşılaştırmasına ek olarak bir de ‘beşeri kalkınma endeksine’ bakma yararlı olacak. Birleşmiş Milletler’in yayınladığı bu endeks üç alt endeksten oluşuyor: Doğumda hayatta kalma süresi beklentisi endeksi, eğitim endeksi (ortalama eğitim alınan yıl sayısı ile eğitim alınacak süreye ilişkin beklenti) ve satın alma gücü paritesi ile ölçülen kişi başına gelir endeksi. 2019’da Türkiye 189 ülke içinde 51. sırada. Ancak sıralama bir tarafa bırakılırsa, Türkiye’nin 1990’dan bu yana önemli bir ilerleme kaydettiği gözleniyor. Endeks değeri 0.58’den 0.81’e çıkıyor (endeks en düşük 0, yüksek 1 değerini alabiliyor).

Kişi başına gelirin ya da beşeri kalkınma endeksinin yukarıya doğru bir eğilim izlemesi, beş ya da otuz yıl öncesine kıyasla bir ülkenin vatandaşlarının daha iyi durumda olduklarını gösteriyor. Ancak gelişmiş ülkeler “yerlerinde saymıyorlarsa, onların sözünü ettiğimiz göstergelerinde de yukarıya doğru bir eğilim varsa“ aramızdaki fark tatmin edici bir düzeyde kapanmayabiliyor.

‘Durum’un arkasındaki olası nedenler

Akademik yazında zengin ülkelere yakınsama açısından önemli bulunan dört ölçüte bakıyorum: Yatırım (ve tasarruf), eğitim, teknoloji ve kurumsal yapı. Önce yatırım ve tasarruf. Tablo 1’de yatırım-GSYH ve tasarruf-GSY oranlarımızı çeşitli ülke gruplarının ortalamalarıı ile karşılaştırıyorum. Dört alt dönem ele alınıyor: 1980- 1989, 1990-1999, 2000-2009, 2010-2019. Yatırım açısından dikkat çekici özellikler şöyle:

Birincisi, yatırım-GSYH oranımız 2010-19 döneminde daha önceki dönemlere kıyasla önemli ölçüde yükselmiş. Ancak hala yükselen ve gelişmekte olan ülkeler grubunun 3.5 puan kadar altında. İkincisi, Asya ülkelerinin yüksek yatırım düzeyleri ortalamayı yükseltiyor. Aslında, Türkiye’nin yatırım-GSYH oranı, bazı grupların üzerinde. Ancak bu olgunun zengin ülkelerin düzeyine çıkmak isteyen bir ülke için fazla abartılmaması gerekiyor. Zira gelişmekte olan ülke grubundan gelişmiş ülke grubuna yükselmeyi hedefleyen ülkeler zaten ortalamanın üzerine çıkmalılar. Üçüncüsü, bu karşılaştırma bir nicelik karşılaştırması; niteliği dikkate almıyor. Nitelikten kasıt gelecek dönemlerin üretimine daha çok katkı veren alanlara yatırım. Bazı inşaat yatırımlarını bu sınıfa sokmak mümkün değil. Oysa son yıllarda, toplam yatırımlar içinde inşaat yatırımlarının payı oldukça yüksek.

Tasarruf oranımız da önemli. İki nedenle: Birincisi, daha fazla yatırım yapmanın önüne bir kısıt getiriyor. Dolayısıyla, diğer belirleyici unsurlar aynı kalmak üzere, kişi başına gelir düzeyinin olabileceğinden daha düşük olmasına yol açıyor. İkincisi, büyüme oranımızı dış borçlanmaya bağımlı kılıyor ve çok önemli bir kısa vadeli kırılganlık kaynağı oluşturuyor. Tasarruf oranımız, 2010-19 döneminde diğer dönemlere kıyasla 2.5 puan civarında artmış olmasına karşın, yükselen ve gelişmekte olan ülkelerin ortalama tasarruf oranının yaklaşık 8.5 puan altında (Tablo 1). Yatırım- GSYH oranımız Yükselen ve Gelişmekte Olan Ülkeler grubunun ortalamasının altındaydı. Dolayısıyla, ortalamanın altındaki bir yatırım oranını gerçekleştirmek için bile tasarruf oranımız yeterli değil. Aradaki fark 2010-19 döneminde GSYH’nin yüzde 4.3’ü kadar –ki bu elbette cari işlemler hesabı açığının GSYH’ye oranına eşit. Cari işlemler açığı ise yurtdışından borçlanılarak finanse ediliyor.

Kişi başına gelir düzeyinin ikinci önemli belirleyicisi beşeri sermaye. Tablo 2’de Türkiye’nin de içinde bulunduğu G20 grubunda yer alan yükselen ve gelişmekte olan ülkeler ile ABD ve Kore’ye ait verileri kullanıyorum. Yukarıda sözünü ettiğim beşeri sermaye endeksinin üç bileşeninden biri olan eğitim endeksinin oluşturulmasında kullanılan iki önemli göstergeye yer veriyorum. Birincisi, 25 yaş ve üzeri nüfusun eğitim aldığı ortalama yıl sayısı. İkincisi ise, eğitimdeki mevcut eğilimler sürerse okula başlama yaşındaki bir çocuğun eğitim alması beklenen yıl sayısı.

Türkiye’de 2018 yılında, 25 yaş ve üzerindeki nüfusun ortalama eğitim aldığı süre 7.7 yıl. G7’nin en zengini ABD ve gelişmekte olan ülke grubundan çıkıp artık gelişmiş bir ülke sayılan Kore ile karşılaştırıldığında bu değer oldukça düşük. Kore ile 4.7, ABD ile ise 5.7 yıl fark var. Bu kadar yıl zarfında verilebilecek birkaç konuya odaklı eğitim düşünülünce (mesela kendi dilini okuma, yazma ve anlama; başkalarına saygılı olma ve trafik kurallarına uyma; yabancı dil gibi) aradaki farkın büyüklüğü kendiliğinden ortaya çıkıyor.

Ancak Tablo 2’de ikinci bir karşılaştırma daha var ve Türkiye açısından önemli ve olumlu bir gelişmeye işaret ediyor. Milli eğitime ilişkin mevcut politikalar ve uygulamalar çerçevesinde, okula başlama yaşındaki bir çocuğun eğitim alması beklenen süre, 1990’dan bu yana çok önemli bir biçimde artıyor. 2018’de okula başlayan çocukların eğitim almaları beklenen süre 16.4 yıl; 1990’a göre iki kata yakın artış var. Zorunlu eğitim süresinin artırılmasının önemli bir rolü var bu gelişmede.

Tablo 2'de yatırımlar için belirttiğimiz nitelik-nicelik ayrımı burada da önemli. Tablo 2’deki veriler sadece niceliği ölçüyor. Niteliğe ilişkin önemli bir veri kaynağı OECD’nin üç yılda bir on beş yaşındaki öğrencilere yaptığı matematik, fen ve okuma sınavı (PISA testi). En son veri 2018 yılına ait. Durum şöyle: İlk iki sırada Çin ve Singapur. Kore on birinci, ABD yirmi beşinci, Türkiye ise kırkıncı. Koreli ve Türk öğrencilerin ortalamaları ise şöyle (Kore için değerler parantez içinde): Fen: 468 (519), Okuma: 466 (514), Matematik: 454 (526). Farklı bir ifadeyle, ortalama bir öğrencimizin aldığı bir yıllık eğitimle Koreli öğrencinin aldığı bir yıllık eğitim aynı anlama gelmiyor. Bizim öğrencimizin ‘efektif eğitim süresine’ 1 dersek, Koreli öğrencininki çok daha yüksek oluyor.

Üçüncü olarak teknolojiye bakıyorum. Önemli bir gösterge şu: Sanayi malları ihracatımız içinde yüksek teknolojili ürün ihracatımızın payı. Tablo 3’te, bu göstergenin gelişimini bir önceki tabloda yer alan ülkeler ve Türkiye için gösteriyorum. Tabloda ayrıca Türkiye’nin de içinde yer aldığı yüksek-orta gelir grubu için ortalama değerler yer alıyor. Tablonun verdiği mesaj çok açık. Türkiye’deki sanayiinin mevcut üretim yapısı yüksek teknolojili ürünler ihraç etmemize izin vermiyor. Bu gösterge açısından G20 grubu içinde yer alan yükselen piyasa ekonomilerinden ve ayrıca yüksek-orta gelir grubundaki ülkelerden önemli ölçüde ayrışıyoruz.

Tablo 3'te belirttiğimiz üç unsur –yatırım ve tasarruf, eğitim ve yüksek teknolojili ürün ihracatı- önemli. Ancak kalkınma iktisatçılarının bir kısmı, ülkeler arasındaki gelir farklılıklarını anlamak için ‘daha derine’ inilmesi gerektiğini düşünüyorlar. Daron Acemoğlu ve çalışma arkadaşlarının bu alanda önemli katkıları var (çok sayıdaki çalışması arasında mesela Acemoğlu, 2009, dördüncü bölüme bakılabilir). Acemoğlu kurumsal yapıdaki farklılıkların bu olguyu anlamak için çok önemli olduğunu belirtiyor. Kurumlar denilince ne anlaşılıyor?

Douglas North kurumları şöyle tanımlıyor: “Kurumlar bir toplumdaki oyunun kurallarıdır ya da daha biçimsel olarak, bireyler arasındaki karşılıklı etkileşimi belirleyen ve insanlar tarafından tasarlanmış kısıtlardır. Bu nedenle, ister politik ister sosyal isterse ekonomik olsun bireyler arasındaki değişimin özendiricilerini biçimlendirirler. Kurumsal değişiklik bir toplumun zaman içinde nasıl evrildiğini şekillendirir ve bu nedenle tarihsel değişimi anlamak için anahtardır” (North, 1990, sayfa 3). İyi haber şu: Kurumlar kul yapısı olduklarına göre değiştirilebilirler.

Rodrik (2007, beşinci bölüm) üstün kaliteli büyümeyi sağlayan kurumları şu üst başlıklarla sıralıyor: Mülkiyet haklarını sağlayan kurumların iyi çalışması. Düzenleyici kurumların sağlıklı işlemesi (iyi bir rekabet kurumu gibi). Makroekonomik istikrarı sağlayan kurumların kaliteli olması. İyi işleyen sosyal güvenlik kurumları. Kaliteli çatışma yöntemi kurumları (hukukun üstünlüğü, yargının üstün kalitede olması, temsile dayalı siyasi kurumlar, serbest seçimler, bağımsız sendikalar, azınlık hakları gibi).

Ülkeleri kurumsal yapılarının kalitesi açısından karşılaştıran endeksler var. Dünya Bankası bu amaçla altı alt başlıkta endeks yayınlıyor: Söz hakkı ve hesap verebilirlik, politik istikrar ve şiddet ile terörizmin bulunmaması, devletin etkinliği, düzenleyici kalite, kural hâkimiyeti, yolsuzluğun kontrolü. Türkiye açısından en kötü gösterge “politik istikrar ve terörizmin yokluğu” göstergesi. Bunun nedeni de açık; ülkemizde uzun yıllardır süren terör faaliyetleri. Bu gösterge bir tarafa bırakılırsa, yönetişim açısından Türkiye’nin genellikle orta sıralarda yer aldığı ortaya çıkıyor.

      Tablo 3: Sanayi ihracatı içinde yüksek teknolojili ürünlerin ihracatının payı (%)Kaynak: Dünya Bankası

Reform yapmanın zorluğu

Şu alıntı 500 yıl önce Machiavelli’nin zamanın Prens’ine verdiği öğütlerden: “…gerçekten de, yeni kurumların yapılandırılmasını yürütmekten daha güç, başarılması şüpheli ve tehlikeli bir girişim yoktur. Reform yapan kimse, eski kurumlardan faydalanan kişilerin düşmanlığını çeker ve yenilerinden faydalanacak kişilerden ise ancak sınırlı bir destek sağlar… Bu nedenle yeni kurumlara karşı olanlar saldırı fırsatı bulduklarında bunu partizanlık ateşiyle yaparlarken diğerleri reformcuyu yarım ağızla desteklerler. Sonuçta bu iki kesimin arasında kalan reformcu büyük tehlike altına girer” (Machiavelli, 1513, sayfa 6).

Doğu Bloku’nun yıkılmasıyla reform yapmanın güçlüğü üzerindeki akademik çalışmalar birden arttı. Mesela, Wyplozs (1993)’ün başlığı şöyle: ‘Reforma başladıktan sonra direnç’. Ekonomik açıdan etkin bir reform tasarlandığını düşünelim. Etkinlikten kasıt, reformdan sonra elde edilecek tüm dönemlerin GSYH’lerin bugünkü değerinin, statükonun korunması halinde (reformun hiç gerçekleştirilmesi halinde) elde edilecek GSYH’lerin bugünkü değerinden fazla olması. Wyplozs’un çalışmasında reformun bir süreliğine işsizliği artırdığı bir durum düşünülüyor. İlerleyen dönemlerde bu sorun ortadan kalkıyor ve üstelik tüm çalışanların geliri statükoya kıyasla daha fazla oluyor (etkin reform). Ancak, reforma başlamadan önce bu reformun gerçekleşmesi halinde kimlerin işsiz kalacağı (kaybedeceği) bilinmiyor. Mesela yurtiçi tasarruf oranını artırmak için kayıt dışı ekonominin üzerine gidildiğini düşünün. Vergi tabanı genişleyeceği için vergi gelirleri dolayısıyla kamu tasarrufu artacak. Ancak kayıt dışı sektörlerde bazı firmalar ayakta kalamayacağı için burada çalışanların bir kısmı işini kaybedecek. Bu sektörde çalışanlar açısından kendi işyerlerinin reform nedeniyle ileride kapanıp kapanmayacağını kestirmek zor. Reform başladıktan sonra bazı şirketler reformdan olumsuz etkileniyorlar ve kapanıyorlar. Buralarda çalışanlar işsiz kalıyorlar. İşini kaybedenlere işsizlik yardımı yapılıyor ve bu nedenle işini kaybetmeyenler daha fazla vergi ödüyorlar. Bu koşullar altında Wyplozs şunu gösteriyor: Demokratik bir yolla reform öncesi oylama yapılsa reforma başlanması onaylanabilecek. Zira reformdan önce işini kaybetme olasılığı var ama bir kesinlik olmadığı için olasılık birden küçük. Ancak, reform başladıktan sonra işsizliğin arttığı dönemde ikinci bir oylama gerçekleştirilse reformun tamamlanmadan sona erdirilmesi yönünde oy veren kişi sayısının daha fazla olacağı durumlar ortaya çıkabiliyor. Öte yandan, reform nedeniyle kayba uğrayanların kayıplarının telafi edilen kısmı arttıkça reformun yarım kalması olasılığı azalıyor. Bu noktayı da akılda tutmak da yarar var.

Fernandez ve Rodrik (1991) ise uygulanması halinde herkesin kazançlı çıkacağı bir reformun hiçbir zaman uygulanamayacağı koşulların gayet mümkün olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, çalışmanın başlığı ‘Reforma direnç: Bireysel açıdan belirsizlik olması durumunda statüko sapması’. Yanıtını aradıkları soru hiç yabancı değil: “Ekonomistlerin etkinliği artırdığını düşündükleri reform programlarını hükümetler genellikle neden uygulayamıyorlar?” Öyle reformlar var ki, uygulanabilseler politik destek alacaklar. Ancak uygulanma fırsatı bulamıyorlar; çünkü kaybedenler ve kazananlar önceden belli olmadıkları için reformu desteklemeyecek bir çoğunluk oluşabiliyor.

Buraya kadar ekonomik açıdan etkin olduğunu bildiğimiz reformlardan söz ettik. Yukarıdaki çalışmaların önemi, etkin olmasına karşın reformun dirençle karşılaşabileceğini göstermeleri. Dünyada reform niyetine yürürlüğe konulan ama istenilen sonuçları doğurmayan örneklerin azımsanmayacak sayıda olduğunu unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla, bir de tasarım sorunu var. Nasıl? Hangi sayıda? Ne hızda? Hangi ekiple? Çoğaltabiliriz bu soruları ama gerek yok. Kıssadan hisse şu: Reform yapmak hiç de kolay bir iş değil.

Ne yapılabilir? Başlangıç önerileri

İçi giderek boşalma tehlikesi taşıyan ‘yapısal reform’ kavramı, sonuçta temel sorunların çözüm yöntemlerinin tasarlanması ve uygulanması anlamına geliyor. Dolayısıyla, öncelikle bu reformları tasarlayacak bir ekip gerekiyor. Sorgulayan, şüphe eden, soru sorup yanıtının peşine düşmekten zevk alan, mesai saati kavramı olmadan çalışan liyakatli kişilerden oluşan bir takımdan söz ediyorum.

Çok sayıda ve birbirleriyle ilgileri olmayan reformlara aynı anda başlamamak gerekiyor. Benassy- Quéré, Coeuré, Jacquet ve Pisani-Ferry (2010, sayfa 501)’de Fransa’dan hoş bir örnek var: Nicolas Sarkozy işbaşına geldikten birkaç ay sonra, görevi ekonomik büyümenin önündeki engelleri saptamak ve bu engelleri kaldıracak önlemler sunmak olan bir komisyon kurmuş. Komisyon, hiçbirinin vazgeçilemez olduğunu düşündüğü 316 öneri içeren bir rapor hazırlamış. Raporda yerel yönetimlerin becerilerini artırıcı önlemler de varmış erkek ve kadın berberlerinin diplomaları ile ilgili önlemler de! Az sayıda, mümkün olduğunca temel sorunlara odaklanmakta yarar var.

Bir diğer dikkate alınması gereken konu, reformların siyaseten yapılabilirlikleri. Tüm ekibin zamanının çoğunu bir soruna çözüm getirmek için sarf ettiğini düşünün. Bulunan çözüm siyaseten yapılabilir değilse onca zaman ve emek boşa gitmiş olacak. Bu nedenle, reformcuların siyaseten yapılabilirliği de dikkate almalarında yarar var. Ancak bu dikkat abartılırsa bu sefer de temel sorunların önemli bir kısmına çözüm aranmama ve/veya bulunan çözümlerin optimal çözümler olmamaları tehlikesi var. Bir denge gözetmek gerekiyor.

Bir temel soruna çözüm ararken başka ülkelerin deneyimlerini incelemek yararlı olacaktır. Sadece başarılı olanlarınkinden değil, başarısız olanlardan da öğrenilecek çok şey olmalı. Kapsamlı bir ön çalışmadan sonra, bu ülkelerin ilgili kurumları ile yüz yüze görüşmek gerekiyor.

Yetersiz tasarruf oranımız, tatmin edici düzeyde olmayan yatırım oranımızı gerçekleştirebilmek için dışarıdan finansman bulmamızı zorunlu kılıyor. Tasarruf oranını ikiye ayırmak yararlı olacak: Kamu kesiminin ve özel kesimin tasarruf oranları. Özel kesimin tasarruf oranını artırıcı sihirli çözümler yok. Önemli ölçüde gelirle ilgili. Ama sorun şu ki, geliri (GSYH’yi) artırmak üzere tasarrufu nasıl artırırız sorusunun yanıtı peşindeyiz. Yine de yapılabilecekler var. Türkiye son yıllarda önemli adımlar attı ve çeşitli bireysel emeklilik sistemleri oluşturuldu. Bu çerçevedeki son adım zorunlu bireysel emeklilik sistemi oldu. Belli bir süre sonra, istenilirse, bu sistemden çıkılabiliyor. Bu özelliği nedeniyle yürürlükteki sistem, alternatifi olan “isteyenin üye olacağı bir sistem” ile kıyaslandığında daha olumlu sonuç verdiği yönündeki, davranışsal iktisadın bulgularıyla uyumlu. Burada, önemli husus, bu fonların düzgün yönetilmelerini sağlamak üzere düzenleyici ve denetleyici otoritelerin dikkatli olmaları. Özel kesim tasarrufları açısından bir diğer dikkat edilmesi gereken nokta, tasarruf getirilerinin enflasyonun altında kalmaması.

Kamu tasarruf oranını artırıcı çalışmalar yapmak mümkün ama kısa vadede bunları gerçekleştirmek zor. Burada ilk akla gelen kayıt dışı ekonominin boyutunun azaltılması. Doğal süreçte (kredi kartı kullanımın yaygınlaşması gibi nedenlerle) bu bir ölçüde kendiliğinden oluyor. Bu süreç nasıl hızlandırılabilir? Bu sorunun yanıtı ayrıntılı bir çalışmayı gerektiriyor. Ancak, siyasi yapılabilirlik açısından önemli sorunlarla karşılaşmaya aday bir reform olduğu da açık.

Bu durumda, tasarruf kısıtı dikkate alındığında, yatırım oranımızı kısa vadede belirgin biçimde değiştirmemiz zor görünüyor. Ama yine de yapılabilecekler var. Birincisi, yatırımları daha verimli alanlara yönlendirebilecek mekanizmalar düşünülebilir. Bu açıdan ihale yasası ve teşvik yasası önemli. Kamu ihale yasası 2001’den bu yana çok sayıda değişikliğe uğradı. Bu değişikliklerin net etkilerinin olumlu olduğunu söylemek mümkün değil. Yasanın değişmesi gerekiyor; zor bir iş değil. 2001 krizinden sonraki yapısal reform hamlesi sırasında yapılan yasa bu açıdan ışık tutabilir. Teşvik sisteminde ise temel ilke her alanın teşvik edilmesi değil, yüksek teknolojili ürün üretimini artırmak üzere bir teşvik sistemi kurulması. Ayrıca verilen her teşvik, bu teşviki alanın üretimde gösterdiği performans ile ilişkilendirilmeli. Dolayısıyla, bir izleme ve değerlendirme ofisi gerekiyor. İkincisi, daha fazla doğrudan yatırım çekmeye çalışmak gerekiyor.

Hem öğrencilerin hem işsizlerin hem çalışmakta olanların bilgi ve beceri düzeylerinin yükseltilmesi nasıl yapılacak? Açık ki bu sorunun yanıtını bir çırpıda vermek mümkün değil. Ama kısa vadede bazı adımlar atılabilir. Beşeri sermaye sorunumuzun bir kısmı öğretmenlerimizin ve öğretim üyelerimizin düzeyleri ile ilgili. Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve Yüksek Öğretim Kurumu’nun elinde büyük bir veri seti var. Hangi liselerin üniversite giriş sınavlarında başarısız oldukları ve onların öğretmenleri biliniyor. Ayrıca öğretmenlere uygulanan bazı meslek sınavlarının sonuçları da dosyalarda yer alıyor. Bunlardan yararlanarak, bir öncelik sırasına göre, mevcut öğretmenlerin bilgi düzeylerini artıracak yoğun eğitim programları açmak mümkün. Gerekirse yabancı eğitmenler de kullanılabilir.

Bunun yükseköğretim ayağı da olmalı. Çok sayıda üniversite var. Bunların azımsanmayacak bir kısmında kaliteli olmayan doktora programları yürütülüyor. Buralardan doktora derecesi alanların bir kısmı geleceğin öğretim üyeleri olacaklar. Bir dönem yapılan uygulamaya geri dönülerek, lisansüstü eğitim verecek üniversite/fakülte/bölüm sayısını sınırlamak gerekiyor. Bunların yerine başarılı öğrencilerin yoğun biçimde kaliteli yurtiçi ve yurtdışı doktora programlarına gitmelerini sağlayacak burs olanakları rahatlıkla yaratılabilir.

Ekonomi politikası dışındaki ama ekonomik performansımızı doğrudan etkileyen konularda hemen atılabilecek adımlar var. Mesela yukarıda kamu ihale yasasının değiştirilmesini önerdim. Rant yasası meselesi var. Arazi-bina rantı peşinde koşma olanakları artıyorsa, bazı sanayi kuruluşları araştırma ve geliştirmeye ayıracakları kaynakları ve enerjiyi daha kolay ve kârlı olan bu eylem için sarf edebiliyorlar. Bu tür “ters teşvikleri” azaltacak yeni bir yasa düşünülebilir. Öte yandan bu tür bir yasaya direnç olabileceğini de unutmamak gerekiyor. Daha önemlisi, ‘söz hakkı ve hesap verebilirlik’, ‘hukukun üstünlüğü’ ve ‘kanun hâkimiyeti’ gibi konular. Bunlar açısından da kısa vadede yapılabilecekler olmalı.

‘Meraklısına’ kaynakça

Acemoğlu, Daron, 2009, “Introduction to Modern Economic Growth”, Princeton University Press. Benassy-Quéré, A., Benoit Coeuré, Pierre Jacquet, Jean Pisani-Ferry, 2010. “Economic Policy: Theory and Parctice”, Off ord University Press. Fernandez, Raquel, Dani Rodrik, 1991, American Economic Review, 81(5), 1146-55. Machiavelli, Niccolao, 1513, “Prens”, Doruk yayınları. North, Douglas, 1990, “Institutions, Institutional Change, and Economic Performance, Cambridge University Press. Rodrik, Dani, 2007, “One Economics, Many Recipes”, Princeton University Press. Wyplozs, Charles, 1993, “After the Honeymoon: on the Economics and Politics of Economic Transformation”, European Economic Review, 37, 379-386.

Tüm yazılarını göster