Sol neden uzun süredir etkili olamıyor?

Gündüz FINDIKÇIOĞLU GLOKAL BAKIŞ

Sol akımların 1980’lerden beri dünya ölçeğinde gerilediğini, bazılarının çözülerek tarihten silindiklerini görüyoruz. Keşke bu kadar zayıf olmasaydı çünkü 20. Yüzyılda Avrupa’daki sol dalganın, yani işçi partilerinin demokrasiye büyük katkısı oldu. 1880’lerde tanımlanmaya başlanan hedeflerine –seçimle sosyalizme ulaşmak gibi- varamadılar ama toplumlarını yumuşattılar ve kadın haklarına da insan haklarına da yeni standartlar getirdiler. Bolşevikler ayrı meseledir.
Bizde durum değişik cereyan etti. TİP 1965 seçimlerinde oyların yaklaşık yüzde 3'ünü almış ve Meclis'te 15 sandalye kazanmıştı. 1969’da milli bakiye sistemi değiştirilince sandalye sayısı çok azaldı; oylar da biraz gerilemişti. Seçimler sol için umut kaynağı olmaktan hızla çıktı. 1970'lerde sosyalistlerin sosyal demokratları destekledikleri veya seçimleri boykot ettikleri şeklindeki söylentilerin yaygın şekilde etkili olması sonucu solun seçimlere ilişkin vaatleri tükendi. Seçim başarıları yoktu ama birkaç yıl boyunca “aslında güçlüyüz fakat seçime katılmadık veya başka partiyi destekledik” söylemleri dolaşıma sokuldu. 1980 yaklaşırken, az sayıda hatıratın da gösterdiği üzere azımsanmayacak sayıdaki radikal solcunun bizzat kendileri de kafa karışıklığı yaşamaktaydı. Sonuçta hangi kılığa bürünürse bürünsün –1979'da da yüzde 3'e yakın bir kitleye sahip olmakla beraber- sol hiçbir zaman 1965'tekine benzer bir seçim başarısı kazanamadı. 1979'un önceki durumdan farkı şuydu: Sol bu kez pek çok küçük parçaya bölünmüştü ve toplamda yüzde 3'e ulaşmış olmak hiçbir anlam ifade etmiyordu. Dahası 1979'un sonunda 1980’de askeri darbeyle sonuçlanacak kaygan zemin çoktan oluşmuştu.
1965’teki yüzde 3’e bugün yeniden ulaşılabilse dahi o zamanki etkiyi yapmayacaktır. 1979’da bile yapamazdı ve yapamadı. Gerçi 1970’lerin ikinci yarısında, politik ve ideolojik bir cazibe merkezi olarak çözülmeye başladığı dönemde dahi sosyalist solun etkisi siyasi gücünün ve oy oranının ötesindeydi. Bunu görmek gerekir. Ancak bu durum da 1968-1971 arasına göre çok farklı bir dinamikten beslenmekteydi. Kendisini tüm bloklara karşı ulusal bağımsızlığın savunucusu olarak sunan, sağı ve büyük burjuvaziyi gerçek Kemalist ideallere ihanet eden işbirlikçiler olarak resmeden sosyalist sol 1965-1971 arası yetkili kadrolar arasında, devlet bürokrasisinin çeşitli kurumları da dâhil olmak üzere birçok çevre nezdinde açık bir ideolojik egemenliğe ve ahlaki üstünlüğe sahipti. Dünya, bağlantısızlar hareketinin yükseldiği bir dünyaydı. Neo-Kemalizm biçiminde takdim edilen sosyalizm geleneksel ideolojik kanallardan geçerek sirayet etti ve aydınlar arasında baskın ideoloji olarak üstün gelmiş göründü. 1965'le 1971 arasında geleneksel seçkinler arasında dahi kendini sosyalist olarak tanımlayan ve sosyalist olmamayı aydın olmakla çelişir gösteren kişiler vardı. Bu hava 1970’lerin sonuna doğru CHP içinde eriyen veya CHP destekçiliğinde somut ifadesini bulan amorf bir solculuğa, “devrimciliğe” dönüşecekti.
Uzun ömürlü olmayan bu gerçeküstü atmosferin yaşanmasının iki nedeni vardı. Birinci olarak, sosyalizm, Kemalizm’in doğal olarak Üçüncü Dünya kurtuluş hareketleriyle ilintili göründüğü ve Batılı emperyalist güçlere karşı ilk başarılı isyanlardan biri olarak resmedildiği bir dönemde tam olarak anti-emperyalist bir gömleğe bürünmüştü. İkinci olarak da 1960'ların solu alenen Sovyet yanlısı bir çağrışım yaratmıyordu. Aslında kitleler nazarında Türkiye'nin 1920’de kurulmuş –ve defalarca dağılmış- geleneksel komünist partisinin bıraktığı bir iz yoktu. Bir avuç insan dışında kimseye bir siyasi miras bırakılamadığı için fiilen olumsuz bir iz de yoktu çünkü ortada ne güçlü sendikalar ve işçi hareketi ne de etkili bir komünist hareket vardı. 1960’lara böyle gelinmişti.
1960’ların ortasından itibaren merkez sağ ve o dönem marjinal olan aşırı sağ (milliyetçi ve dinci) hareketler yeni doğmuş olan sosyalist hareketi Ateist ve Moskova yanlısı komünist beşinci kol gibi göstererek itibarsızlaştırmaya çalıştılar. Tipiktir çünkü Yunanistan, Portekiz ve İspanya’da da Latin Amerika’da da aynı tezler tedavüle sokulmuştur. Fransa’da bu propaganda işe yaramamıştır çünkü II. Dünya Savaşı’nda Nazi işgaline karşı direnişin başını Fransız komünist partisi çekmiş ve savaş sonrası “kurşuna dizilenlerin partisi” adıyla bilinir olmuştu. Vatan için ölen Fransız komünistlerinin “milli olmadıkları” iddiası sadece gülümsenerek karşılanabilirdi.
Esasen 20. Yüzyılda güç kazanan bütün sol hareketler ulusal kurtuluş mücadeleleri veya işgale direniş temalı yurtseverlik –geniş kitleler açısından milliyetçilikle özdeştir- üzerinde yükselmişlerdir. Burada da genç sosyalist devrimciler ideolojik tavırlarını tamamen bağımsızlık ve yurtseverlikle resmederken sağ bunun tam tersinin geçerli olduğunda ısrar ediyordu.
Bu pat durumu 15-16 Haziran 1970'te işçiler sahneye çıktığı zaman sona erdi. İşçi sınıfı vücut bulmuş ve Türk solunun içindeki sosyalist unsur kentli orta sınıfın gözünde ve özellikle de devlet kadroları ile yüksek mevkideki bürokratlar nezdinde gerçekten görünür hale gelmişti. Sayıları azdı ama nüfus da azdı. Sınırlı da olsa bir işçi sınıfı sosyalizmi oluşuyor gibiydi ve o dönemde bu önemliydi. Yurtsever gömlek artık bir zırh, bir ideolojik korunak olarak işlev göremezdi. Dokuz ay sonra ordu yönetime el koydu ve sosyalist solu da diğer radikalizmleri de kolayca sindirdi. Yenilginin kesin tarihi 9 Mart 1971 olarak düşünülür ama 17 Haziran 1970 daha doğru bir tarih olabilir.
Aslında konu 1970 yılında kapanmış sayılabilir çünkü 1977-1980 arası oluşan sol dinamik 1968-1971 arası dinamikten çok farklıdır. Bu son dönem köyden kente göç kalabalığına ve ilk etapta kentte kendisine yer bulamayan bir kitlenin radikalizmine sahne olmuştur. “78 kuşağı” bu anlamda geçici bir sosyolojiye sahiptir.
Ancak asıl mesele bu da değildir. Asıl mesele Avrupa’da sosyalist, sosyal demokrat veya komünist partilerde temsil edilen ve onları kuranların işçiler olmasıdır. Bu hareketlerin hepsi has işçi sınıfı hareketleridir. ‘Bazı entelektüeller veya “profesyonel devrimciler” öyle uygun gördüler ve sol partiler kurdular’ şeklinde tuhaf bir süreç yaşanmamıştır. Sonradan orta sınıflara açılmış ve bu sürecin getirdiği sorunları yaşamış olmaları bu tür 20. Yüzyıl partilerinin sendika temelli ve otomatik üye mekanizmasıyla var olan işçi partileri olduğu gerçeğini değiştirmez. Örneğin 1974’te Norveç İşçi Partisi üyelerinin yüzde 40’ı İsveç Sosyal Demokratlarının da yüzde 73’ü otomatik kaydedilen sendikalı işçilerden oluşuyordu. Sanılanın tersine, 1950’lerden itibaren kurulmaya başlanan “yeni sol” partiler daha ilk andan itibaren kültürel uyuşmazlıklar ve dış politikaya odaklandıkları için işçi sınıfı temelli olmaya devam eden sosyal demokrat, sosyalist ve komünist partilere tehdit oluşturamadılar. Bu çok sonra oldu. Geleneksel sol partiler geriledi çünkü 1980 civarı ağır sanayi tesislerinin sökülmeye başlanması ve işçi sınıflarının Avrupa nüfusu içindeki payının sürekli düşüyor olması bir asır süren işçi sınıfı/sendika/parti dalgasını sona erdirdi. Buna komünist partileri de sosyal demokrat partiler de dâhildir. SSCB çözülmeseydi de durum buydu. Dalganın ekonomi politiği de sosyolojisi de çözülmüş ve geride kalmıştır.
Neden böyle oldu? Çok önemli bir neden şudur: Başlangıçtaki gelecek tasavvuru hızla gölgelendi ve sadece Belçika’da 1912’de mavi yakalı işçi sınıfı nüfusun yüzde 50’sine ulaşabildi. Başka hiçbir sanayileşmiş ülkede işçi sınıfı toplumun yüzde 50’sini oluşturamadı. İşçi sınıflarının genişlemesi daha önce üst sınıra dayandı ve işçi sınıfı/toplam nüfus oranı tepeyi görüp azalmaya başladı. Örneğin Danimarka’da işçi sınıfı/toplam nüfus oranı yüzde 29’u, Finlandiya’da yüzde 24’ü aşmadı. Norveç’te işçi sınıfı/toplam nüfus oranı 1900 yılında yüzde 34 ile tepe noktasına ulaşırken İsveç’te doruk yüzde 40 ile 1952 yılında görüldü. Almanya’da bu oran 1903 yılında yüzde 37 ile Fransa’da 1893’te yüzde 39 ile zirveyi gördü. Avusturya’da da orta sınıflara açılarak yüzde 45 oya ulaşılmıştır. Ancak tepe noktalarına eş zamanlı varılmamıştır. Mesela meşhur 1968 olayları sırasında Fransa’da işçi sınıfının nüfus içindeki payı çoktan yüzde 25’e gerilemişti bile. Böylece bambaşka bir düzleme geçileceğinin işaretleri daha 1900 civarı görülmüş, neyin olmayacağı ise 1940 öncesi çoktan anlaşılmıştı.
Türkiye’de solun böyle bir tarihi olmamıştır ve bu nedenle (de) geçici olmuş, iz bırakamamıştır. Artık eski fikirlerle bir yere varmak mümkün olmadığı için yepyeni gelişmeleri beklemek gerekiyor.

Tüm yazılarını göster