Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri bize ne gösterdi? Aslında “çaresizlik kabuk bağlayınca öfkeye dönüşüyor” ifadesinin doğruluğunu bir kez daha kanıtladı sanki. Daha önce İngiltere’de Brexit referandumunda görmüştük. 2016’da Trump böyle seçilmişti. Şimdi AP seçimleri “Avrupa şüpheciliğinin (Euroscepticism)” seçmende daha da derinleştiğini gösterdi. Avrupa’da genişleyen mutsuz bir seçmen grubu, Avrupa Birliği (AB)’nden kuşku duyuyor, milli politika adı altında kendi derdine çare istiyor.
Neden? Özellikle kalkınma tuzağındaki, çoktandır ihmal edilen bölgelerin unutulmuş ahalisi bu seçimlerde kendini bir kez daha gösterdi. Özellikle Almanya ve Fransa’da. Hadiseye şöyle bakılabilir: Seçmen önce mutsuz olup derdine çare arıyor.
Arayış içindeki mutsuz seçmen derdine bir türlü çare bulamayınca, çaresizlik kabuk bağlıyor. Mutsuz seçmen, öfkeli seçmene dönüşüyor. Öfkeli seçmen artık derdine çare bulunsun diye değil, herkes mutsuz olsun diye, bir nevi, “batsın bu dünya” diyerek oy vermeye başlıyor. AP seçimleri, Avrupa’da mutsuz ve öfkeli seçmenlerin ağırlığının daha da arttığını gösterdi doğrusu. Çare arayan ihmal edilmiş bölge seçmenine çare bulamazsanız işte böyle ne yapacağı belli olmuyor.
Bir süredir, iklim değişikliği ve dekarbonizasyon gündeminin ülkenin her yerini aynı biçimde etkilemeyeceğini, bu çerçevede, güçlü yerel kalkınma stratejilerine ihtiyacımız olacağını söylüyorum. Buna dikkat etmezsek ne olacağını doğrusu AP seçimleri somut bir biçimde gösterdi. Tepkinin ne kadar bölgesel olduğunu mesela bu seçimlerle beliren AfD’ye oy veren “Doğu Almanya” sınırları gösterdi sanırım.
Türkiye açısından bakarsanız ilk ders ortada sanırım. Türkiye’de de harekete geçen mutsuz bir seçmen bloku var. Mutsuz ve arayış içindeki seçmen bloku giderek umudunu yitirirse, çaresizlik kabuk bağlarsa mutsuz seçmen burada da öfkeli seçmen olur. Bakın o zaman, ne yapacağı belli olmaz. Şimdi bunlar iyi günlerimiz esasen.
Mart 2023’te Türkiye’de mutsuz seçmenin arayışa geçtiğini gördük. Ne oldu? Siyaset bir parçalanma sürecine girdi, oylar mecliste temsil edilmeyen partilere doğru hızla dağıldı. Yüzde 1’lerdeki “diğer payı yüzde 11’leri aştı. Mayıs 2024’te ise mutsuz seçmenin çare arayışı oyların esasen iki partide CHP ve YRP’de toplanmasına neden oldu. Bakın burada mutsuz seçmenin çare arayışı hala devam ediyor. Çaresiz değil daha. Not edeyim. Bu ilk nokta.
Peki, Avrupa’da öfkeli seçmenin ağırlığının artması dekarbonizasyon sürecini yavaşlatır mı? Türkiye açısından bakıldığında, mesela sınırda karbon düzenlemesi mekanizması (SKDM)’nı geciktirir mi?
Özellikle Almanya’da şirketler kesiminden bu konuda yükselen bir tepki var doğrusu. Ancak bu tepkiyi yanlış anlamamak lazım. Tepki esasen dekarbonizasyon sürecinin kendisine değil, sürecin şirketlere ek maliyet getirerek yürütülmesine karşı. Mazrufa değil zarfa, içeriğe değil uygulanan yönteme karşı.
Hadise işin aslı ile değil uygulanan politika çerçevesi ile alakalı sanki. Bu durumda, iklim değişikliği gündemini yok saymak mümkün olmadığına göre dekarbonizasyonu hedefleyen mevcut politika çerçevesini elden geçirmek gerekir. Peki, bu durum mesela SKDM uygulamasını geciktirir mi? Zannetmiyorum.
Olsa olsa, ithalatçının karbon ayak izini kanıtlama yükümlülüğünü ihracatçıya, ithalatın yapıldığı ülkenin idaresine yükleyen bir düzenleme yapılabilir mesela. Ne olur? İthalatın yapılacağı ülkeler kendi “Emisyon Ticaret Sistemi (ETS)”ni bir an önce kurmuş olmalı diye bir düzenleme gelebilir. ETS yoksa o ülkeden ithalat olmasın denebilir mesela. Burada önemli olan ithalatçı firma üzerindeki düzenlemelere uyum yükünü (compliance cost) azaltmak ise tutulacak yol ortada sanırım. O uyum yükünü bizim gibi ülkelere doğru yansıtabilirler.
Peki, SKDM benzeri düzenlemeler özellikle Türkiye gibi ülkelerin önünü kesmek için mi gündeme getiriliyor? Hayır. Dünya 1990’lardan beri süratle değişiyor. Teknolojik değişimin süratlendiği bir sürecin içindeyiz. AB ETS sistemi, karbon fiyatı ve karbon vergisi sayesinde kendi sanayisini hızla değiştiriyor. Orada gözle görülebilir bir teknolojik yenilenme süreci var. Avrupa seçmeninin mutsuzluğunu, artan öfkesini de doğrusu bu çerçevede görmek lazım.
Yandaki grafikler Türkiye, Çin, Almanya, ABD ile AB ve dünya için karbon salımları ile büyüme arasındaki ilişkiyi gösteriyor. Buraya Polonya, İtalya ve Macaristan’ı eklemekte mümkün. Ne oluyor? Öncelikle AB’de ve özellikle Almanya’da büyüme ile karbon salımları birbirinden ayrışıyor (decoupling), büyüme devam ederken karbon salımları artmak bir yana azalabiliyor. Polonya ve İtalya’da da hadise görülebiliyor. Sanki en yavaş Macaristan’da. Ama bakın orada da var.
Peki, ya ABD? Rakamlar ABD’nin de 2010’lar civarında benzer bir sürece girdiğini gösteriyor. Trump filan fark etmemiş süreç işliyor. Yöntem biraz farklı AB ile ABD arasında. Ama rakamlar ortada. Vakıa ile kavga olmaz.
İkinci düzenlilik herhalde şu olabilir: Çin’de de 2015 Paris İklim Anlaşması sonrasında karbon salımları ile büyüme arasındaki ilişki, Batı ülkelerindeki, G7 ülkelerindeki gibi bir ayrışma sürecine giriyor. Çin’de 2010’larda resmi söylemin “biz gelişmekte olan bir ekonomiyiz, karbon salımlarını azaltmak için büyümeden halkın refahından feragat edemeyiz” olduğunu düşünürseniz ortada hızlı bir değişiklik var.
Üçüncü nokta ise Türkiye’nin durumu sanırım. Türkiye’de 2020 itibariyle büyüme ile karbon salımları arasında belirgin bir ayrışma gözlenmiyor doğrusu. Hâlbuki G7’nin iktisadi ağırlığı nedeniyle dünyada 2015 sonrasında büyüme ile karbon salımları arasındaki ilişki ayrışmaya başlıyor. Türkiye daha orada değil.
Bu ne demek? Büyüme ile karbon salımlarının birbirinden ayrışması aslında teknolojik değişimin işareti. Geleneksel sektörlerin teknolojik değişimi büyüme ile karbon salımları arasındaki bağı tamamen koparacak.
Sektörel dönüşüm demek, üretim sürecinde kullanılan teknolojinin değişmesi, kullanılan malzemenin değişmesi, enerji dönüşümünün tamamlanması, üstelik bu değişim ve dönüşümün ilgili ürünün üretimindeki tüm değer zinciri boyunca olması demek.
Ne oluyor? Ürün standardı değişiyor gözlerimizin önünde. Nasıl bu domatesi bize satamazsınız standarda uymuyor diyorlarsa, aynı biçimde bu elektrikli vasıta bizim ürün standardımıza uygun değil diyebilirler. Böyle bakarsanız gelişmiş ülkelerde büyüme ile karbon salımları arasındaki bağ gevşerken Türkiye’de benzer bir eğilimin olmaması ne demek? Türkiye teknoloji yarışında geride kalıyor demek.
Türkiye ürün ve pazar çeşitliliği ile son otuz yılda önemli bir üretim merkezi haline geldi. Şimdi bu üretim kapasitesini teknolojik değişim ve teknoloji üretimi ile birleştirme zamanı. Türkiye’nin üretim potansiyelini teknoloji üretimine odaklama zamanı.
Şekil 1-Karbon salımları ve büyüme, 1990-2020
Kaynak: Dünya Bankası
Böyle bakıldığında, “AP seçimleri ile birlikte SKDM uygulaması gecikir, iklim kanununu çıkarmayalım, ETS için biraz daha bekleyelim” demek, geleneksel sektörlerimizde teknolojik dönüşüm için biraz daha bekleyelim demek. Teknoloji yarışında geride kalmayı şimdiden kabullenmek, yarıştan gönüllü çekilmek demek.
Ne demek? Türkiye’nin ürün ve pazar çeşitliliğinden kaynaklanan üretim potansiyelini teknoloji üretimi ile birleştirmeyi biraz daha erteleyelim demek. Ülkenin akıllı ihtisaslaşma ile gelecek teknolojik sıçrama imkanını ortadan kaldırmak demek. Bir tür miyopi işte.
Nereden kaynaklanıyor bu miyopi? Öncelikle Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın uzmanı olmadığı, bilgi sahibi olmadığı konularda fikir sahibi olmasından kaynaklanıyor bana sorarsanız. Tevekkeli değil, gelişmiş ülkelerde dekarbonizasyon adımları atılırken öncelik kurumsal reforma veriliyor. Enerji bakanlıklarının enerji planlaması birimi oradan alınıp ekonomi bakanlığına veriliyor bir idari reform düzenlemesi ile. Ne oluyor? Herkes kendi enerji bakanlığına “çizmeden yukarı çıkma” diyor, benim gördüğüm.
Neden? Bürokratik miyopi, yeşil teknolojik sıçramayı engellemesin diye elbette. Enerji dönüşümü işine bakın mesela. 2011’de Enerji Bakanlığı’nda “Yenilenebilir Enerji Genel Müdürlüğü” vardı. Ne oldu? 2018’de yenilenebilir enerji işi tenzili rütbeye uğradı. Genel müdürlük kapatıldı. Yenilenebilir enerji işi artık bir genel müdürlük olarak faaliyet göstermiyor.
Nedir? Elektriklerin sönmemesi gibi son derece sınırlı ve teknik bir işten sorumlu olan bakanlıklar işin yapılma biçiminde değişim ihtimalinden hiç hazzetmiyor. Aslında sorun bir tek bizim enerji bakanlığı ile ilgili değil, tüm enerji bakanlıkları böyle. O vakit, enerji bakanlıklarını elektrik üretiminde hizmet sağlayıcı kuruluşa dönüştürmek güzel bir çözüm. Kabine içi bir politika ihtilafı ihtimalini, bakanlık içi daha kolay yönetilebilir bir tartışmaya dönüştürmek manalı aslında. Almanya’da, İspanya’da, İtalya’da hep böyle olmadı mı? Enerji bakanlıkları hep parçalandı, kapatıldı. Doğrusu ben yakında benzer bir iklim politikası yönetişim sistemi tasarımının bizde de gerekli olacağını düşünüyorum.
Bu arada, Yatırım Ortamının İyileştirilmesi Koordinasyon Kurulu (YOİKK) hala dekarbonizasyon gündeminin, yeni teknolojik sıçramanın şampiyonu olarak tezahür edemedi. Hâlbuki yeni dönem gündemi açıklaması iyiydi. Altı bir türlü dolmadı, dibi olmayan bir açıklama olarak kaldı. Onu da not edeyim.
Bir daha not edeyim. Sabah akşam “yerli-milli teknoloji” diye dolanırken geleneksel sektörlerimizin yeşil teknolojik sıçramasını ihmal etmeyin. ETS, karbon vergisi ve karbon fiyatının teknolojik dönüşüm için önemini unutmayın. İklim Kanunu taslağını bir an önce Meclis’e getirin. Artık daha fazla sallanmayın.
İklim kanununda iklim değişikliği ve dekarbonizasyonun asimetrik yerel etkilerini dikkate alacak yerel kalkınma stratejisi tasarımını da ihmal etmeyin. Kalkınma Ajanslarını yerel kalkınma arayışında kapasite inşasına katkıda bulunmak için büyükşehir belediyeleri ile ilişkilendirin. Enerji Bakanlığı’nı yeniden yapılandırın. YOİKK’i iklim değişikliği ve dekarbonizasyon gündeminin en üst düzey koordinasyon birimi olarak tanımlayın. Bir şampiyona ihtiyacımız var geleneksel sektörlerin dönüşümünde geride kalmamak için. Zaman geçirmeyin, işe odaklanın.
Bakın daha karbon fiyatlaması ve karbon vergilemesinin vergi ve harcama reformu işlevine değinmiyorum bile. Karbon vergisi ile elden geçirilecek, fosil yakıt sübvansiyonları ne kadar biliyor musunuz? Göz yaşartıcı ya da göz kamaştırıcı büyüklükler bunlar. Daha bunlar da var. Geleceğim.
Yapısal reform gündemi olmadan, yeni bir büyüme ve yenilenme stratejisi içermeyen istikrar arayışı olmaz. Olamaz. Para politikası ve maliye politikası ayağında adımlar atarken yeni büyüme stratejisini ihmal etmeyin. Bu ihmalin uluslararası finans kuruluşlarından gelecek yeşil finansman imkanlarını kısıtlayacağını unutmayın.
AP seçimleri ile SKDM geçiştirilebilir mi diye rehavete kapılmayın, azıcık kımıldayın. Lazım bunlar.
2024’te politika faizini indirmeye başlayabilmek için de lazım bakın. Söylemiş olayım.