Gazetemizin TV kanalında sabahları ‘Ekonomi Masası’ programı yapılıyor. Haftanın bir günü -genellikle salı ya da perşembe sabahı- ben de katılıyorum. Geçen salı günkü programda, çoğunlukla olduğu gibi Barış Esen ve Hakan Güldağ ile beraberdik. Barış Esen “Hocam, geçen hafta sormak istediğim soruyu bu hafta da sormaya vakit kalmadı” dedi. Dün bu yazıyı yazmak için bilgisayarın başına geçtiğimde kendisine bir mesaj attım ve soruyu (soruları) aldım. Şöyle: “Siz Merkez Bankası’nda görevde olsaydınız kuru serbest bırakır mıydınız? Kuru tutmak için rezerv kullanma konusunda fikriniz? Rasyonel mi bu?”
Aslında üç soru da uygulanmakta olan programın ne ölçüde ekonomimizin içinde bulunduğu koşullara uygun bir program olduğu ile ilgili. Sürekli tekrarlıyorum; bu program oldukça eksik bir program. Rasyonele dönüşü yansıtmıyor, sadece o yola girildiğini gösteriyor. Hem bu nedenle hem de son yıllardaki atamalar/görevden almalar unutulmadığı için, yoldan her an çıkılabileceğine dair şüpheleri de gideremiyor. Gideremeyince, döviz cinsinden mali varlıklara talep azalmıyor. Aynı koşullarda yurtdışından hem miktar hem de kalite (uzun vadeli mesela) olarak yeteri kadar döviz gelmiyor. Bu nedenle, kura müdahale etmediğinizde, döviz arzı ve döviz talebi tarafından belirlenecek kurun düzeyi (serbest kur), enflasyonla mücadele açısından yardımcı olmuyor. Kurda yukarıya doğru baskı oldukça kurun ilerde daha da yükseleceği bekleyişleri gücünden bir şey kaybetmiyor. Bu durumda, dövize olan talep sürdüğü için kur şimdi artıyor. İleride kur artmaya devam edecek bekleyişlerini daha da kuvvetlendiriyor.
Merkez Bankası’nın görevi fiyat istikrarını sağlamak… Bu çerçevede, hükümet ile birlikte saptanan enflasyon hedefini tutturmaya çalışmak zorunda. Türkiye’de üretim önemli ölçüde ara malı ithalatına bağlı. Bu nedenle, döviz kuru çok önemli bir maliyet unsuru. Her ülkede böyle değil; Türkiye ve benzeri bazı ülkelerde böyle oysa. Dolayısıyla, önemli hedeflerinden biri enflasyonu düşürmek olan bir ekonomi programının başarılı olabilmesinin önkoşulu, dövize olan talebi azaltmak ve döviz arzını artırmak. Döviz arzını artırmanın başlıca iki yolu var: Bir; yurtdışından yurda gelen sermayeyi (dış kaynağı) çoğaltmak. İki; yerleşiklerin lira cinsinden mali varlıklara olan talebini artırarak döviz cinsi mali varlıklarını lira ile değiştirmeye özendirmek. Dolayısıyla döviz talebini azaltmak ile yakından ilgili. Bu koşulları sağlayan bir program uygulayabiliyorsanız ve dış koşullar da uygunsa, salın kuru; kim korkar hain kurttan. Zira söylediğim koşullar kura aşağıya doğru baskı yapacak koşullar. Merkez Bankası’na “döviz al ki kur daha fazla aşağıya gitmesin” diye dayatacak koşullar.
Örnek: Mayıs 2001’de uygulamaya konulan Güçlü Ekonomiye Geçiş programı bu koşulları fazlasıyla sağlayan bir programdı. 2004 ortasına kadar hem yurtta hem yakın çevremizde hem de küresel finans piyasalarında yaşanan onca çalkantıya karşın enflasyon 2002 başında yüzde 72 düzeyinden 2004 başında yüzde 10’a düştü; sonra uzunca bir süre yüzde 8 etrafında salındı. Aynı dönemde dış borcumuzun mal ve hizmet ihraç gelirlerimize oranı 2,18’den 1,74’e indi. Enflasyon çarpıcı biçimde düşerken dönemin ortalama büyüme oranı ise yüzde 7,2 oldu. Ve dikkat: Aynı dönemde Merkez Bankası net 54,6 milyar dolar döviz satın aldı (satmadı). Bunun yarıdan fazlası önceden açıklanan döviz alım ihaleleriyle, kalanı az sayıda sürpriz müdahale ile (2009 Yılında Uygulanacak Para ve Kur Politikası, sayfa 12, Merkez Bankası). Ve yine dikkat: ABD enflasyonu da dikkate alınırsa bu değer 2024 fiyatlarıyla çok daha yüksek bir tutara karşı geliyor.
Dolayısıyla, uygulanmakta olan ekonomi programı eksik olunca ve de U-dönüş şüphelerini gideremeyince Merkez Bankası önemli bir açmazla karşı karşıya kalıyor: Bir yandan mevcut koşullarda ‘kuru tutmak için rezerv kullanması” sürdürülebilir değil -bu nedenle rasyonel de değil- diğer yandan da enflasyon hedefine (yüzde 36) yaklaşabilmesi için kuru tutması gerekiyor. Ama sadece bu da değil: Kuru tutabilmek (enflasyonla mücadele edebilmek) için kredi faizleri gereksiz derecede yüksek düzeylere çıkarılıyor. Oysa mevduat faizi ancak on aylık bir uygulama süresi sonunda enflasyonla baş edebilecek bir düzeye geliyor. Zira kuru tutmak (sürdürülebilir olmayanı nafile sürdürmeye çalışmak) için dövize ihtiyaç var. Normal yollarla döviz yeteri kadar gelmeyince bankalarla swap işlemleri yapılıyor. Merkez Bankası’nın rezervi swapın vadesi -üç aya kadar- boyunca (geçici olarak) artıyor ama bankaların politika faizini yeterince mevduat faizlerine yansıtmaları engellenmiş olunuyor (mekanizmayı daha önce anlattım; meraklısı gazetemizin internet sayfasından rahatlıkla ulaşabilir o yazılara).
Bu açmazdan ancak tam anlamıyla rasyonele dönüşü simgeleyen bir programın uygulanması ile kurtulmak mümkün. O programın ilk sırasında adil ve hızlı çalışan bir hukuk sistemi, ikinci sırasında Merkez Bankası, BDDK ve TÜİK gibi kurumları tam anlamıyla bağımsız kılacak düzenlemeler, üçüncü sırasında yeni bir ihale yasası, dördüncü sırasında yakın geçmişe yönelik döviz rezervi gelişmeleri ile büyüme ve enflasyon değerleri açısından tatmin edici açıklamalar ve şeffaflık, beşinci sırasında liyakate dayalı atamalar var. Listeyi uzatmak mümkün ama meramım anlaşıldı sanırım.