Semboller olmadan ve elbette siyasi mitler olmaksızın hiçbir gerçek sol veya sağ politik hareket ete kemiğe bürünemez ve güç kazanamaz. Bugün gerek Cassirer’in Nazi örneğinden yola çıkarak olumsuz anlamda ilkel topluma yakıştırdığı mitler ister Kantorowicz örneğinde olduğu gibi pozitif anlamda modern dayanışmacı ve demokratik toplum için kullanılabilecek mitler yoksa siyasetin sıradanlaştığını biliyoruz. Marx böyle düşünmüyordu. Ütopik sosyalistlerin ve bazı Fransız sosyalistlerinin yeni bir din kurma çabalarını hoş karşılamadığı gibi, semboller ve ayinlerle bezeli işçi kardeşliklerinin kabul törenlerini, yeminlerini, “geleneğin otoritesini” hatırlatan her tür dekoru reddediyordu. Fransız Devrimi kostümlerini de reddetmişti. Burjuvalar Romalı gibi giyinerek mücadelelerinin sınırlı burjuva ufkunu kendilerinden bile saklayıp heyecanlarını tarihsel trajedi mertebesine çıkarmayı denemiyorlar mıydı?
Marx, Louis Napoléon’un 18 Brumaire’inde açıkça yazar ve Hegel’in bütün önemli tarihi olaylar ve kişilikler iki defa tekrar eder sözüne göndermeyle meşhur “eklemeyi unutmuş; ilk defa trajedi, ikinci defa fars olarak” lafı da ilk cümlesidir. Burada Marx’ın Aydınlanmacılığı bütün netliğiyle görülüyor. Siyasetin Hobbes’ın iddia ettiği gibi doğa bilimlerine denk bir bilim olduğu veya Condorcet’nin savunduğu gibi siyasi ve matematiksel yapıların aynı gerçeği paylaştıkları şeklindeki katıksız Aydınlanma tezleri elbette Marx’ın nahif bulacağı tezlerdir. Ancak Marx’ın Descartes’ın gerçek ve açıklığın eş anlamlı olduğu, siyasetin ve ekonomi politiğin mitlerinden arındırılması, batıl inançlar, önyargılar, dinsel masallardan ayrıştırılarak aklın gözüyle görülmesi gerektiği fikrini benimsediği açıktır. Özetle Marx’a göre ortada efsunlanmış bir siyaset ve ekonomi politik vardır ve aklın cetveline vurularak mistik olmaktan çıkarılmaları gerekir. Evrenselcilik de en azından Condorcet’den gelir. Buna göre gerçek ve adalet her dönemde, her ülkede aynıdır çünkü gerçek ve adalet aklın tümelleridir. Veritas ve Iustitia aklın ayrıştırılamaz işlevleri, kapasiteleri, evrenselleri arasındaysa bu elbette böyle olacaktır. William of Ockham, Pierre de Jean Olivi, John Duns Scotus, Dietrich von Freiberg burada derhal akla geliyor ve tartışma 13. ve 14. Yüzyılların nominalizm/yönelimsellik/tümeller tartışmasına geri dönüyor. Bu geri dönüşün “güncelliği” yüzündendir ki 19. yüzyılın sonunda Brentano aynı konuyu bilim dünyasına taşımıştı. Marx bu damarda yer alıyor.
Bunlar önemli tezlerdir. Ancak Marx tümden haklı mıydı? Değildi. Örneğin Fransa’daki Halk Cephesi de, İspanya’da cumhuriyetçi ittifak da bütün gerçek halk hareketleri gibiydi. Esasen hiçbir halk ayaklanması “saf” veya “net” değildi ve hepsini üst belirleyen başka faktörler vardı. Nedenler benzeyebilse de olaylar bambaşka nitelik taşıyabiliyordu. Halk direnişlerinde ideolojik netlik, mümkün olursa, sonradan gelir ve örgütsüz gelmez. Geldiği zaman da ideolojik netliğe siyasal mitoloji eşlik edecektir.
Burada mit kavramına kısaca bakmakta fayda var. Marksist cenahta çabuk gözden çıkarılan –belki Mussolini’nin kendisini ustalarından birisi olarak görmesinin de bunda payı olmuştur- Georges Sorel ile başlamak mümkündür. Ancak mitin olumsuz bir anlamı da olabilir. Mitlere ne şekilde “inanıldığı” önemlidir. Örneğin Paul Veyne ‘ortalama bir Elenin o sıradaki ruh haline bağlı olarak mitleri ya yaşlı ev kadınlarının masalları olarak ya da doğaüstünün yarattığı tarihsel olarak doğru veya kurgu oluşunun hiçbir öneminin olmadığı bir durum’ olarak gördüğünü yazar. Ayrıca bir kadim Yunanlının ‘mitlerin doğru olduğuna onlardan şüphe etmediği anlamında inandığını ama onlara gündelik gerçeklere inandığı tarzda inanmadığını’ yazıyor. Veyne ekliyor: ‘Bir Elen (imgeleminde) tanrıları cennete yerleştirir ama onları gökte görse şaşırır’. Veyne’i izleyerek ‘mitler’, ‘inancın kipleri’, ‘gerçek dünyaların çoğulluğu’ ve ‘retorik gerçek’ konularını düşünmek mümkün. Yunan mitolojisine hangi anlamda inanıldığı önemlidir. Ancak bu inanma kipi evrensel bir ton taşıyor olmalı ki devralınanlar Roma’ya kadar uzandı.
“Roma hukukunun özgürleştirici gücü” (Alain Boureau) siyaset felsefesini sürekli emperyal panoramalara ve Dante sonrasında sıklıkla insan merkezli seküler teolojilere götürmüştür. Nitekim siyaset bilimi yazınında sürekli Pax Romana, Pax Ottomana, Pax Americana terimlerinin kullanılması sadece akademik bir uluslararası ilişkiler yazını konusu değildir; bir rastlantı hiç değildir. Sorel’in altını çizdiği gibi siyasal teoloji bize siyasal mitolojiyi, siyasette mitlerin olmazsa olmaz rolünü teorik bir berraklık olarak miras bırakmıştır.