Diğer ülkelerin ve toplumların tarihlerine, inançlarına ve kültürlerine saygı duymayan ve bu ülkelerin geçmiş dönemlerdeki başarılarını yok sayan anlayış, ülkeler arası uzlaşma ve barış çabalarının amacına ulaşmasını zorlaştırır. Diğer ülke halklarını, diğer etnik grupları ve diğer cinsiyetten veya sosyal sınıftan olanları küçümsemek, onlara tepeden bakmak “siyaseten yanlış” bakış açıları olarak nitelendirilir. Siyaseten doğru olmaya önem verilmemesi insan haklarının kökleşmesini ve demokrasinin derinleştirilmesini engeller. Siyaseten yanlış iletişimin yaygınlaşmasının temelinde, Avrupa’nın büyük ülkelerinin sömürgeciliklerine gerekçe olarak ürettiği sahte görüşler, ön yargılar ve peşin hükümler vardır. Siyaseten doğru olarak konuşmak ve yazmak için aşağıdaki konuları dikkate almak ve titiz olmak yarar sağlayabilir:
Irkçı söylemler: Belirli bir ırkı, milleti veya etnik grubu peşin hükümlü bir genelleme yaparak eleştiren veya kötüleyen sıfatlar kullanmak insan haklarına aykırı düşen bir eylemdir. Genelleme ve marjinalleştirme eğiliminin sonucu olan ırkçı söylemler kısa sürede nefret diline, nefret dili ise şiddet eylemlerine dönüşebilir. “Mal bulmuş Mağribi gibi”, “çıfıt çarşısı” ve benzeri deyimleri, gavur, zenci, bedevi, fellah ve Mongol gibi kelimeleri kullananlar ırkçılık tuzağına düşmekten kurtulamaz. Batı ülkelerinin ırkçı çevrelerinde Mongol kelimesi, zihinsel sorunları olan kişiler için kullanılır. Oysa Moğol kökenli Cengiz Han, on binlerce kişilik orduları Çin sınırlarından Macaristan’a kadar sevk edecek askeri zekâya ve lojistik örgütlenmeyi başaracak yeteneklere sahipti.
Cinsiyetçilik: Kadınların bazı işlerde erkeklere göre beceriksiz olduğu önyargısına karşı da mücadele vermeliyiz. Örneğin otomobiliyle kaza yapan bir kişinin “kadın sürücü” diye nitelenmesinin arkasında, kadınların otomobil kullanma becerilerinin zayıf olduğu iması vardır.
Bilim adamı yerine bilim insanı, girişimciliğin bir erkek işi olduğunun düşünüldüğü dönemlerde dilimize yerleşen işadamı kelimesi yerine iş insanı nitelemesini kullanılması da cinsiyetçiliğin azaltılmasına katkıda bulunabilir.
Avrupa-merkezli coğrafi terimler: Avrupa’yı dünyanın merkezi olarak gören sömürgeci anlayışın egemen olduğu dönemlerde dilimize girmiş coğrafi terimlerden uzak durmalı, Uzakdoğu yerine Doğu Asya, Yakındoğu ve Ortadoğu yerine Batı Asya demeliyiz. Amerika kıtasının güneyine Avrupalılar ayak basmadan öncede uygarlıkların var olduğunu dikkate alarak Latin Amerika yerine Güney Amerika nitelemesini kullanmaya öncelik vermeliyiz.
Ülke ve şehir adları: Yabancıların Turkey yerine Türkiye demesini istiyorsak biz de diğer ülke insanlarının aynı konudaki duyarlılıklarına saygı göstermeliyiz. Avrupalıların sömürgecilik dönemlerinde Asya’daki şehirler için uydurdukları adlardan uzak durmalı ve örneğin Pekin yerine Beijing, Kalküta yerine Kolkata, Bombay yerine Mumbai şehir adlarını kullanmalıyız.
Ekonomik terimler: “Üçüncü dünya” ve çirkin bir tanımlama olan “az gelişmiş ülkeler” terimleri yerine “gelişen ülkeler” terimini kullanmaya özen göstermeliyiz. IMF ve Dünya Bankası’nın zengin ülkelerde geçerli olan ekonomik politikaları “yapısal uyum” gerekçesi ile gelişmekte olan ülkelere dayatmasına da siyaseten doğru olmak adına karşı çıkmak zorundayız. Etnik topluluklar için salt teknoloji kullanımına bakılarak vahşi ve ilkel gibi sıfatların kullanılmasının da yanlış olduğunu unutmamalıyız.
“Milat” yerine “ortak çağ”: Son yıllarda dünya ülkelerinde milattan önce ve sonra kelimeleri yerine ortak çağdan (common era) önce ve sonra kelimelerini kullanma eğilimi yaygınlaşmaya başladı. Türkiye’de de bu eğilime zamanla uyum sağlayabilir.
Sosyal-psikolojik değerlerin eşitliği: Dünyadaki toplumların bir bölümünde “toplulukçu” kültür daha baskındır. Avrupa ve ABD’de ise bireysellik kültürü ağır basar. Her iki kültürün de bilimsel ve tarihsel açıdan eşit değerde olmasına rağmen, Avrupalılar bireyselliğin tüm ülkelerde geçerli olması yönünde çalışmalar yapmayı tercih eder
Güzellik standartları: Avrupa’nın, estetik anlayışında ve ayrıca moda, film ve reklamcılık dünyasında beyaz tenin ve düz saçın ideal güzellik standardı olarak sunulması da siyaseten yanlış uygulamaların diğer bir örneğidir.
Atatürk’ün duyarlılığı: Acem kelimesi Arapçada Arap olmayan anlamına gelirdi. Kelime daha sonra İranlılar için de kullanıldı. Osmanlı döneminde Arapçayı iyi konuşamayanlara acemi denirdi. Sonradan herhangi bir işe yeni başlayanlar ve yeterli düzeye gelemeyenlere de acemi denir oldu. İran Şahı Pehlevi, 1936’da Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Atatürk, subayları teftiş sırasında ve tekmil verirken “acemi er” deyimini kullanmamaları konusunda uyarmıştı.
Diplomaside ve her tür uluslararası temasta kullanılan üslup ve kelimelerin siyaseten hem doğru hem de kesin olması gerekir. Ülkeler arasındaki yazışmalarda karşı tarafı küçümsemek ve onları rencide edecek ifadeler kullanmak olumsuz sonuçlar verebilir. Örneğin, 1402’deki Ankara Meydan Muharebesi öncesinde Timur Bey’in Osmanlıların denizcilikteki başarısını küçümseyerek mektubunda Yıldırım Beyazıt’a “Kayıkçı Türkmenoğlu” diye hitap etmesi ilişkileri gerginleştiren nedenlerden biri olmuştu.
Toplu sözleşmelerde, kurumlar ve ülkeler arası anlaşmalarda, yazışmalarda iki farklı anlamı olan kelimelerin kullanılması ve görüşmelerdeki çeviri hataları da olumsuz sonuçlar doğurabilir. İktisatçı Oktay Yenal bir kitabında, diplomatik görüşmelerdeki bir tercüme hatasının olumsuz sonucuna dikkat çekmişti. Yenal’ın bahsettiği olay şöyle gelişmişti:
Ekonomik durumdaki bozulma belirtilerinin ortaya çıktığı 1954 yılında Cumhurbaşkanı Celal Bayar, ABD gezisinde kredi imkanlarını da araştırdı ve bu arada Dünya Bankası’nı da ziyaret etti. Bayar’ı Dünya Bankası Başkanı Eugene Black, yardımcısı Robert Garner ve bankanın Türkiye temsilcisi Pieter Lieftinck karşıladı. Hollanda’nın eski maliye bakanı olan Lieftinck’in Ankara’da görevlendirilmesi o yıllarda ABD’nin ve Dünya Bankası’nın Türkiye’ye verdiği önem ve önceliği yansıtıyordu.
Türkiye, 1954 ilkbaharında Dünya Bankası’ndan Gediz Nehri üzerinde kurulacak barajın inşaatı için 25 milyon dolar (2023 fiyatları ile 284 milyon) tutarında bir kredi talep etmişti. Bayar, onuruna verilen akşam yemeğinde Black’e “Krediyi verecek misiniz?” sorusunu yöneltti. 1950-1953 döneminde Türkiye’yi bir başarı öyküsü olarak örnek gösteren Black, Bayar’a 1954 yılında dış ticaret açığının arttığını, Türkiye’ye kredi verme konusunda sorunlar bulunduğunu belirtti ve bu arada “creditworthy” kelimesini kullandı. Tercüman, bu kelimenin yer aldığı cümleyi, ekonomideki ve bankacılıktaki yalın anlamı ile değil de sosyal ve siyasi hayattaki saygınlık, güvenilir olma durumu ve prestij anlamı ile “Türkiye’nin itibarı yok” diye tercüme edince işler karıştı. Cumhurbaşkanı Bayar çok sinirlendi. Çatal bıçağı sofraya bırakıp yemeği sona erdirdi ve “Ben para için Türkiye’nin itibarına söz ettirmem” dedi. Black’in Bayar’ı, makam otomobiline kadar uğurlaması ve Lieftinck’in ilk uçakla Ankara’ya giderek yaptığı görüşmeler havayı yumuşatamadı. Bayar’ın talimatı üzerine Başbakan Adnan Menderes, Black’e sert ifadeli bir mektup göndererek Dünya Bankası’nı Türkiye’nin iç işlerine karışmakla suçladı ve bankanın Türkiye Temsilcisi’nin 24 saat içinde ülkeyi terk etmesini istedi. Lieftinck ancak Şam’a gidecek zamanı bularak Türkiye’den ayrılmak zorunda kaldı.
Bu olaydan sonraki 6.5 yıl boyunca Türkiye ile Dünya Bankası’nın ilişkilerinde tam bir kopukluk yaşandı. Bu süre içinde 300 ile 400 milyon dolar arasında olduğu tahmin edilen kredi potansiyeli kullanılamadı. Bu potansiyel hayata geçirilebilseydi, Türkiye, 1954 ile 1958 arasındaki ekonomik sıkıntıları belki daha kısa sürede ve daha hafif atlatabilirdi.
Olayın, Dünya Bankası arşivinin, süresi dolduktan sonra kamuoyuna açıklanan gizli belgelerinde de uzun süre tartışıldığı görüldü. Ancak Dünya Bankası yöneticileri tercüme hatasını ve Bayar’ın tepkisinin nedenini fark edemedikleri için olayı Başbakan Menderes’in tepkisi olarak yorumlamışlardı.