Örnek vereyim. Feodal kolektif eylem sorunu tam olarak nasıl nitelenebilir? Basitleştirilerek iki sınıflı bir topluma indirgenen feodalizm –serfler ve soylular- bu iki karşıt sınıf arasındaki çatışma kadar soyluların kendi aralarındaki koordinasyon problemiyle de belirlenir. Bu problemin görünen yüzü hanedanların değişmesi, savaşlar ve saray darbeleri, “taht oyunları” oluyor –ancak sadece görünen yüzü. Âdem-i merkeziyetçi bir yapıda yerel düzeyde güç, imtiyaz, hukuk yapma ve vergi toplama üzerinden kiliseyi ve dilenci tarikatları da içeren yerel soyluların iç kolektif eylemi sorunu yakıcı olabiliyordu. Yerel otoritenin kendisi bile tek başına ele alındığında çok sayıda aktörün varlığıyla kararlı bir denge bulmakta zorlanırken olduğu kadarıyla “merkezi” bir otoritenin varlığı dengenin kararlılığını tartışmalı hale getiriyordu. Modern zamanlar için –elbette kapitalizm için de- geçerli olan bu sorunun oyun-teorik ama analitik anlatı türüne de dâhil edilebilecek heyecan verici bir ilk dönem çalışması için Taylor (1987)’ye bakılabilir.
Doğru olan, vurgulanmasında sakınca olmayacak kadar net olan tez ne olabilir? Söylenecek şeylerin ilki burjuvazinin oluşma sürecinin tipik bir “sosyal sermaye” oluşumu süreci olduğudur. Bilindiği gibi, sınıflar hayali bir ortamda veya vakumda oluşup, önce “kendinde sınıf” (an sich), sonra “kendisi için sınıf” (für sich) haline gelmezler. Bilinç ve fiziki oluşum bir bütündür. Başka türlü ifade edersek, sınıf da kendisini kurguladığı, tahayyül ettiği, kendisini sembolik dünyalarında bir sınıfın üyeleri olarak gören insanların sayısı arttığı ve bir araya geldikleri ölçüde sınıf olur. Burjuva nüvelerinin “sınıfsallaşmalarında” farklı olan bu kültürel ve sembolik sürecin aynı zamanda kanlı canlı, somut ve çoğunlukla hızlı bir sermaye birikimi süreci de olmasıdır. Sınıf ve sınıf oluşumu kavramları her zaman göründüğü kadar basit olmayabilir. Çeşitli Marksizmlerin “sınıf mücadelesi daima vardır ama bazen alttan alta işler çünkü işçi sınıfı kendisinin (sınıf) bilincine (henüz) varamamıştır” yollu tezi üstü örtük olarak bir asimetri varsayar. Bu teze göre burjuvazi daima ‘kendisi için sınıf’ olarak vardır ama işçi sınıfı genellikle sadece ‘kendinde sınıf’ olarak kalır. Bunun günlük dile çevirisi burjuvazinin daima örgütlü ve bilinçli bir hâkim sınıf olduğu ve işçi sınıfının bilinçlenmesine engel olmak için tüm mekanizmaları kullanarak sıklıkla başarılı olduğu iddiasıdır. Marksistler (gündelik siyasi dilde komünist veya devrimci diye anlamak gerekiyor) kül yutmamaktadır ancak işçi sınıfı bal gibi aldatılabilmektedir. Açıklama şöyle devam eder: Elbette burjuvazi de her zaman stratejik düşünemez. Zaten devlet bu nedenle (de) vardır ve son tahlilde elbette hâkim sınıf olan burjuvazinin devleti olmakla beraber “göreceli özerkliğe” sahiptir. Bu fonksiyonalist açıklama “devletin zaten işlevsel olabilmesi ve burjuvazinin tarihsel çıkarlarına hizmet edebilmesi için göreceli özerklik gereklidir” şeklinde ilerler. Oysa ne devlet-burjuvazi ne de işçi sınıfı-burjuvazi ilişkileri her zaman ve her yerde bu kadar nettir. Bazen çok açık ve birebir olan bu ilişki sürekli olarak aynı tarihsel ve siyasal netlikte seyretmez.
Örneğin John R. Bowman’ın doktora tezinde ayrıntılarıyla ele alarak Amerikan kömür madenciliği sektörünün 1880-1940 dönemiyle örneklendirdiği kapitalist kolektif eylem sorunu hiç de hafife alınacak bir konu değildir: Bowman (1989; 1985; 1982). Endüstriyel organizasyon literatürüyle yakından ilişkili olan kapitalist kolektif eylem sorunu Marx tarafından da dile getirilmişti. Kapitalistlerin kendi aralarındaki rekabet zaman zaman kapitalist piyasanın stabilitesine zarar vermekte olup işçilerle kapitalistlerin çelişkisi söz konusu endüstriyel organizasyonun rekabet yapısı içinde cereyan etmektedir. O kadar ki Bowman’a göre ABD kömür madenciliği tarihinde “işçilerin kapitalistleri örgütledikleri” bir dönem bile yaşanmıştır: Bowman (1989: 93-132).
Marx’ın bazı pasajları “göreceli özerklik” yorumuna da işçi sınıfını burjuvaziyle aynı endüstriyel rekabet yapısının içine içsel olarak yerleştiren –daha derin olan- yoruma da destek sağlayabilecek kadar esnektir. Bu son yorum kapitalistlerin çok daha örgütlü ve bilinçli bir sınıf olarak işçileri benzer bir bilinç ve örgütlülüğe ulaşmaktan alıkoymaya çalışmadıkları anlamına gelmez: Durum gerçekten de genelde asimetriktir. Ancak “kapitalist kolektif rasyonalitenin” de sınırlarının olduğu, örneğin şirket karlılığının kapitalist sınıfın bütününün çıkarlarını gözetme niyetinin önünde bir kısıt oluşturduğunu görmek gerekir. Kapitalist bir üst örgütün üyeleri dahi sonuçta tekil kapitalistlerdir ve sınıflarının kolektif çıkarını kollarken bile önce kendi şirketlerinin çıkarını düşünürler. Bu nedenle kapitalist kolektif rasyonalite sıklıkla başka sektörlerin müdahalesine veya devletin hakemliğine – “göreceli özerklik” veya değil- gereksinim duyar. Bazen bu gereksinim uluslararası üst örgütlerin düzenleyici rolüne başvurmaya kadar gidebilir. University of Massachusetts-Amherst ekolünün 1970’lerde ve özellikle 1980’lerdeki çalışmaları –ki son 30 yılda dönüşerek Santa Fe ekolünde devam etmiştir denebilir- bu tür “karşılıklı bağımlılık” durumlarının –interdependent utility functions- analizini içermektedir. MCURVE (Samuel Bowles-Herbert Gintis Three in a Play ve 1980-1985 yazıları). Öte yandan asimetrinin varlığını kabul etmek işçi sınıfının kolektif eylem sorununu hafife almayı gerektirmez. Bu yaygın olguyu ve kilit sorunu –işçilerin kendilerini bir sınıf olarak kurmakta yaşadıkları büyük güçlüğü- “kendinde/kendisi için” sınıf ayrımına sıkıştırarak “sınıf bilinci eksikliğine” veya “sosyalistlerin sınıfı örgütleme becerilerinin düşüklüğüne” bağlamak nahif bir yaklaşımdan öteye geçmez. Bowman’ın kömür madenciliği örneği “işçi sınıfı kurgusuyla” “burjuvazi kavrayışı” –asimetrik ve çok daha az kurgusal bir kurgu- arasında sanılandan fazla ortaklık ve dolayım olabildiğini gösteren bir analitik anlatı yaratmayı amaçlamış ve kısmen başarmıştır. Kısmen çünkü aynı rekabet yapısının içsel aktörleri olarak burjuvazi ve işçi sınıfının “birbirlerini karşılıklı şartlama ve hatta örgütleme” örneklerinin tarihsel ve mekânsal olarak sınırlı olduğunu da göstermektedir.