Paris İklim Anlaşması’nı onayla” tartışmasından net sıfır yılına o kadar hızlı geçtik ki şimdi sanırım ne olduğunu idrak etmeye çalışıyoruz. Net sıfır karbon emisyonu demek, yıllık karbon emisyonu miktarı havaya karışmayıp karbon yutak alanlarında saklanabilecek karbon emisyonu miktarına eşit olacak demek. Karbon emisyonu var ama havaya karıştırmadan tamamını saklayacağız net sıfırda.
Geçenlerde iklim değişikliği meselesini en iyi bilenlerden Prof. Dr. Levent Kurnaz hedefin ne kadar iddialı olduğunu şöyle anlatıyordu bloğunda. “2053 yılında net sıfır karbon salan bir ülke olacağız demek, sera gazı salımlarımız 32 yılda 500 milyon tondan 80 milyon tona inecek demektir.” Ne demek? Bunu başarmak için yeni termik santral yapımını durdurmanın ötesinde önlemler almamız gerekiyor. Bu çerçevede 2030 hedefinin de iddialı olması gerekiyor.
AB 2050’de net sıfır için, 2030’a kadar karbon emisyonlarını yüzde 55 indirmeyi hedefl iyor. Türkiye, 2053’te net sıfıra uyum için şimdi 2030’a kadar ne yapacak? Günün sorusu bu esasen. Malum aynı 55’e Uyum gibi şimdi bizim de benzer bir paketimiz ve uyum bütçemiz olacak. İş ciddi. Ne kadar? Bilenlere göre en az yüzde 53. Çok.
Müjdeyi vererek başlayayım. Türkiye’nin artık son derece kapsamlı ve orta vadeli bir yapısal reform gündemi var. Bu yapısal reform gündemi makroekonomik istikrardan vergi reformuna, eğitim reformundan tarım reformuna hayatımızın tüm alanlarını kapsıyor. Doğrusu hiç bu kadar büyük bir yapısal reform gündemimiz olmamıştı şimdiye kadar. Bugüne kadar, yapısal reform adı altında eski dengeye geri dönmek için kısmi onarım çalışmaları yapmıştık. Şimdi hayat biçimimizi değiştireceğiz.
Barınmadan mobiliteye, çalışmadan tatil yapmaya tüm alışkanlıklarımız değişecek. Hemen değil, otuz yıl içinde. Bugün normal gelene, otuz yıl sonra “yok artık” diye bakacaklar.
Peki, yeşil mutabakat Türkiye’yi ne yapar, nasıl etkiler? Öyle ya, ülkeler, bölgeler, şirketler ve insanlar olumlu ya da olumsuz etkilenecekler bu süreçten. Doğrusu ben Türkiye açısından ortada bir dizi fırsat alanı görüyorum. Türkiye doğru seçimleri yapar, doğru adımları bir an önce atarsa Yeşil Mutabakat sürecinden olumsuz değil olumlu bir biçimde etkilenebilir.
Nasıl? Avrupa Birliği ülkelerinde, örneğin, Almanya ve Hollanda’da bu günlerde herkes harıl harıl yeşil hidrojen ithalatı üzerine çalışıyor. Hollanda’da Rotterdam limanını hidrojen ithalatı merkezine dönüştürmeye çalışıyorlar. Almanya’da araştırma enstitüleri yeşil hidrojenin nereden ithal edilebileceğine bakıyor.
Neden? Özellikle geçiş dönemi içinde enerji, ağır sanayi ve ulaştırma sektörlerinin hızlı dönüşümü açısından yeşil hidrojen önem taşıyor. Bu tür sektörlerde hem iş sürecini değiştirecek teknolojik değişim hem de mevcut enerji kaynaklarını daha az karbon emisyonu ile kullanabilmek için hidrojen önem taşıyor. Kara ve hava yolu taşımacılığında hidrojen kullanımının daha zamanı olabilir ama geçiş süreci yakıtı olarak kullanılabilecek doğal gazın seyreltilmesi ile karbon emisyonunun azaltılması hemen mümkün.
Yeşil hidrojenin kullanıcıya maliyetini etkileyen en önemli unsurlardan biri üretimin pazara yakınlığı ve taşımacılık maliyetini azaltacak boru hattı altyapısının varlığı. İklim değişikliğinin Türkiye’ye etkisi nedeniyle şimdi tarım alanı olarak kullandığımız bazı bölgeler sonuçta güneş enerjisi tarlalarına dönüşebilir. Böylece Türkiye, güneş ve rüzgâra dayalı yeşil hidrojen üretiminde bir merkeze süratle dönüşebilir.
Sonrası zaten Avrupa’ya doğru uzanan mevcut doğal gaz boru hattına, TANAP’a, yeşil hidrojen eklemek esasen. Böylece mesela teknolojik ilerleme ile doğal gaza yüzde 25 yeşil hidrojen eklediğinizde ne olur? Türkiye, Avrupa Birliği için önemli bir enerji merkezi haline dönüşür. Avrupa’nın karbonsuzlaşmasına doğrudan katkıda bulunabilir. Enerji güvenliğini kuvvetlendirebilir.
Nasıldı? 2015 yılında Türkiye’nin toplam karbon emisyonu AB’nin toplam karbon emisyonunun yüzde 12’siydi. AB, 2030 yılına 55’e Uyum paketinin hedefl erine ulaşarak girer ama Türkiye olduğu yerde kalırsa, Türkiye’nin toplam karbon emisyonu AB’nin toplam karbon emisyonun yüzde 40’ına çıkıyordu. Buna bakıp, “Türkiye karbonsuzlaşmadan Avrupa karbonsuzlaşamaz” demiştim.
Şimdi Türkiye 2053’ü net sıfır yılı olarak ilan ettiğine göre, bu hedefe ulaşabilmek için 2030 civarında neyi hedefl emesi lazım? Bilenler 2030’da yüzde 53 karbon emisyonu indirimi diyor. AB’nin net sıfır hedefi Paris ile uyumlu olarak 2050 yılında. Çin buna 2060 dedi. Türkler ise 2053’ü seçti.
2053’te net sıfır için 2030’da yüzde 53’e uyum paketi gerekecek bize yakında. Bu ne demek? Böylece Türkiye’nin toplam karbon emisyonlarının AB’nin toplam karbon emisyonlarına oranı 2030’da yine 2015’teki yüzde 12 seviyesinde kalabilir. Ayrıca yeşil hidrojen üretimi ile geçiş sürecinde hem kendisinin hem de Avrupa’nın karbonsuzlaşmasına katkı sağlayabilir.
Yeşil Mutabakat ile Türkiye’nin ihracatının yüzde 60’ını satın alan G7 ülkeleri ekonomilerini karbonsuzlaşma hedefine uygun olarak yeniden yapılandırıyorsa, Türkiye bunun dışında kalamaz. Rekabet gücümüzü korumak için tedbir almak, ekonomilerimiz arasındaki entegrasyonu çeşitlendirmemiz gerekir.
Doğrusu ben yeşil hidrojen üretimi ve hidrojen ile ilgili araştırma çalışmalarına odaklanmanın bu yeni dönemde dikkate alınması gerektiğini düşünüyorum. Ama bu sürecin finansmanı konusunda inovatif mekanizmalara ihtiyacımız olduğunu da unutmamak lazım.
Bundan tam seksen yıl önce Almanlar Moskova önlerindeyken, Amerikalılar, Sovyetler Birliği’ni “Lend-Lease Yasası” (1941 Lend Lease Act) kapsamına alan Moskova Anlaşması’nı imzalamışlardı. Yasa, Amerika’nın ulusal güvenliğinin tehlikeye düştüğü durumlarda başka ülkelere askeri teçhizat, silah ve mühimmat sevkiyatını düzenliyordu. Amacı İngiltere ve Fransa’ya savaşa taraf olmadan silah gönderebilmekti. Ama 1941’de kapsam genişlemiş oldu.
Yasa üç amaca hizmet ediyordu. Birincisi, uygarlığımızı tehdit eden faşist saldırıya karşı ülkeler arsında rekabeti değil işbirliğini öne çıkarıyordu. Bugün iklim değişikliği gündemi söz konusu olduğunda da aynı durumdayız, rekabet değil işbirliği yine öne çıkmış durumda. Hadiseye şöyle bakmakta fayda var: Otuz yıl sonra Türkiye ve Çin dahil pek çok ülke yüksek gelirli ülkeler grubuna dahil olacak, harcama örüntüsü tamamen değişecek. Doğanın bizi taşıyabilme imkânı hiç kalmayacak.
İkincisi, kamu yatırım/harcama programları vasıtasıyla özel sektörü hareketlendirmeyi amaçlıyordu. Şimdi virüs sonrası toparlanma programları ile aynı amacın peşindeyiz aslında. İklim değişikliği için sermaye yoğun, yatırım yoğun bir iktisadi transformasyon süreci gerekiyor. Bunu yapabilecekler kuzeyde, yapamayacaklar ise güneyde yer alıyor.
Üçüncüsü, 1941’deki düzenleme küresel bir işbölümü ile gündeme getirildi. Faizlerin düşük olduğu ülkelerde borçlanılıp, gerekli askeri teçhizatı üretebilecek yerlerde üretim gerçekleştirildi ve üretilen teçhizat mücadelenin yürütüldüğü bütün mekânlara sevk edilerek kullanıldı. Şimdi de benzer bir küresel iş bölümü ile iklim değişikliği konusunda adım atmak, enerjiden başlayarak büyük montanlı yatırımlara girişmek gerekiyor.
Türkiye söz konusu olduğunda başlangıç noktası olarak CDS risk primlerini düşürecek bir ekonomik program ne kadar önemliyse, yeşil hidrojen üretimi için gereken yatırımın finansmanı da o kadar önemli. Herkesin kendi kırılganlıklarını mümkün mertebe azaltarak bu küresel mücadelenin içindeki yerini tanımlaması gerekiyor. Hadise yalnızca Atlantik’in iki yakasında alınan tedbirlere uyum değil, hadise bu vesileyle bir büyük yapısal dönüşümle teknolojik bir sıçramayı gerçekleştirebilmek, ülkenin istihdam kapasitesini büyütebilmek. Yirmi birinci asrı Türk Asrı’na dönüştürme hedefinden şaşmamak. İkinci yüzyılı iyi kullanmak.
Doğrusu ben Glasgow’daki COP 26 toplantısına ve iklim değişikliği mücadelesine böyle bakıyorum.