Türkiye dünyada en çok mülteciye ev sahipliği yapan ülkedir. Göç konusunda uluslararası sözleşme ve protokollere taraf olan Türkiye’nin önceliği gelen mültecileri üçüncü ülkeye yerleştirmek olsa da şu ana kadar bunu etkili bir şekilde yapamamıştır. Halen Türkiye’de 3.6 milyon Suriyeli sığınmacı var. Bunların yanı sıra 320,00 kadar diğer uyruklardan mülteciye ev sahipliği yapıyoruz. Türkiye bu devasa nüfusu sindirmeye çalışırken, şimdi de binlerce Afgan Türkiye’ye sığınmaya başladı. Çok boyutlu zor bir tablo ile karşı karşıyayız.
Bizim gibi yoğun göç alan ülkelerdeki tehlikelerden birisi krizden yararlanıp, bunun üzerine bir ekonomi inşa etmek ve bu ekonominin bağımlısı olmaktır. Bizim karşılaştığımız türden büyük göç dalgaları ekonomiler üzerinde kısa vadede işgücü piyasaları, tüketici fiyatları, konut fiyatları ve kiraları gibi değişkenler üzerinden etkisini gösterir. Merkez Bankası’nın 2016’daki bir çalışması, göçten etkilenen bölgelerde fiyatların göçten etkilenmeyen bölgelere kıyasla daha düşük arttığını gösteriyor. Dolayısıyla, genel yıllık enflasyon rakamlarına yansıması oldukça sınırlı kalsa da göç bu bölgelerde tüketici fiyatlarını aşağı çekici etki yapıyor. Bu etki daha çok kayıt dışı istihdam üzerinden gerçekleşiyor. Göçmenlerin mal ve hizmet talepleri fiyat artırıcı bir etki yaratıyor ancak çalışmalar, genel talep etkisinin göçün istihdam kanalıyla fiyatları düşürücü etkisine kıyasla oldukça sınırlı kaldığına işaret ediyor.
Dolayısıyla kritik unsur, göçmenler yoluyla kayıtdışı işgücü oluşturup, binlerce kişiyi hiçbir güvence olmadan çalıştırmak olarak öne çıkıyor. Daha ötesinde, sığınmacı aile çocukları işgücü olarak kullanılıyor. Ortaya bir ekonomi çıkıyor ama kirli bir ekonomi. Bunun yanı sıra göçmenleri ve sığınmacıları ülkede tutmanın karşılığı olarak AB’den ve uluslararası kuruluşlardan sağlanan fonlar da bu ekonominin bir diğer parçasını oluşturuyor.
Bu sürecin faturasını sığınanlara çıkartmak kolaycılıktır. Her geçen gün daha fazla destek kazanan göçmen karşıtlığı ürkütücü ve tehlikelidir.
Göçmen karşıtlığı uzun yıllardır var. Özellikle 2008 krizi sonrası artan işsizlik ve bozulan gelir dağılımının yarattığı endişe birçok ülkede aşırı milliyetçi hareketleri besledi, popülizme kayışı hızlandırdı. Dünyada aşırı sağ ile merkez sağ birbirine yaklaşmaya başladı, göçmen karşıtı hareketler güçlendi. Liberal demokrasi yerini daha otoriter eğilimlere bıraktı. ABD, İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya gibi demokrasilerinin kurumsallaşması ile övünen ülkelerde göçmen karşıtı hareketler güçlendi. Göçmenlere ilişkin veriler çarpıtılmaya başlandı, algılar bozuldu.
Dünya Ekonomik Forumu’nun bundan birkaç yıl önceki bir çalışmasına göre insanlar yaşadıkları yerdeki mülteci sayısının gerçekte olduğundan daha fazla olduğu algısını taşıyorlarmış. Örneğin Müslüman nüfusun hızla arttığı ve yakında ülkeyi ele geçireceği söylemlerinin bolca yapıldığı ABD’de Amerikalılar, ülke nüfusunun yüzde 17’sinin Müslüman olduğunu sanıyormuş. Oysa gerçek oran sadece yüzde 1. Onların da yaklaşık 3’te 1’i Afrika’daki vatanlarından kaçırılıp zorla Amerika’ya getirilerek köleleştirilenlerin torunları. İngilizler ise nüfusun yüzde 21’inin Müslüman olduğunu sanıyorlarmış. Oradaki gerçek oran ise yüzde 5. Japonlar bile ülkelerindeki göçmenlerin sayısının gerçektekinin 5 katı olduğunu sanıyorlarmış.
Dünyada göçmen düşmanlığının prim yaptığı yerler nüfusun daha homojen, yani göçmenlerin daha az olduğu kırsal bölgeler. Aşırı milliyetçi ve popülist politikacıların oy tarlaları buralar. Trump’ın hiç olasılık tanınmazken başkan seçilmesinin sırrı da bu bölgelerdir. Trump gibi politikacılar göçmenlerin ya da sığınmacıların suç işlemeye meyilli olduğunu ve güvenliği tehdit ettiğini söyleyip oy istiyorlar. Oysa yine aynı çalışma diyor ki; bir şehir ne kadar çoğulcuysa o kadar güvenlidir. İstatistikler, göçmenlerin yaşadıkları şehirlerde suça karışma oranının o şehirde uzun yıllar yaşayanlara göre daha düşük olduğunu gösteriyor. Göçmenlerin bir iş kurma olasılığı ise iki kat daha fazla. Yani sığınanın aklı suçta değil, ekmeğinde...
Sığınmacılar ya da göçmenler sürecin sorumlusu değil, mağdurlarıdır. Sorumlu, milyonlarca insanı yerlerinden eden politikalar ve bu politikalara bir şekilde destek verenlerdir. Suriye’de iç savaş başlamadan önce 22 milyon kişi yaşıyordu. ABD, Katar ve Türkiye gibi pek çok ülkenin doğrudan ve dolaylı dahil olduğu savaşın sonucunda, nüfusun 13.5 milyonu yerlerinden oldu. Altı milyondan fazlası ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldı. Beş milyonu ise başka ülkelerde gittiler. Geri kalan ise ya hayatını kaybetti ya da kayıp. Bu insanlık trajedisinin gerçekleşmesine göz yuman ya da iç savaşı kışkırtarak dahil olan herkes sorumludur. Yapılması gereken Suriye’de istikrarın sağlanmaya başlanmasıyla Türkiye’deki göçmenlerin ve sığınmacıların ülkelerine güvenli dönüşlerinin sağlanması için diyaloğun başlamasıdır.