Şekersiz çay... Çayı şekersiz içtiğinizde ne hissedersiniz? Sadece bir içeceğin tadını mı, yoksa daha fazlasını mı? Benim için "şekersiz çay", sadece bir içeceği değil, aynı zamanda doğal olana duyulan derin bir özlemi de ifade ediyor. Özgün tatları bastırmadan yeterince tuz, yeterince baharat, gerektiğinde kararınca sos ile sunulan yani kendi doğasını kaybetmeyen her şey çok daha güzel…
Günümüzde hızla değişen, yapaylaşan bir dünyada yaşıyoruz ve bunun en belirgin örneklerinden biri de beslenme alışkanlıklarımızdaki dönüşüm. Rafine şeker, âdeta hayatımızın her alanına sızmış durumda; çayımızdan kahvemize, meyve suyundan ekmeğimize kadar neredeyse her şeyde ona rastlamak mümkün. Oysa eskiden şeker rafine değildi, hatta lüks tüketim maddeleri arasında yer alırdı. Tatlılar bal veya pekmezle yapılır, çaylar biraz da ekonomik koşullar nedeniyle şekersiz veya kıtlama içilirdi.
Günümüzde yapılan araştırmalar, aşırı şeker tüketiminin obezite, tip 2 diyabet, kalp hastalıkları ve hatta bazı kanser türleri gibi ciddi sağlık sorunlarına yol açtığını gösteriyor. Şeker, bağımlılık yapıcı bir madde gibi davranarak, beyindeki ödül mekanizmasını etkiliyor ve sürekli daha fazlasını istememize neden oluyor. Kısacası, sağlığımız için sinsi bir tehdit oluşturuyor.
İşte bu yüzden, "şekersiz çay" ifadesi, benim için sadece bir içecek tercihinden çok daha fazlasını, âdeta bir manifestoyu simgeliyor. Bu ifade, sağlığımıza, geleneklerimize ve özümüze sahip çıkma çağrısı; yapay tatlara karşı bir duruş, toprağa dönüş yolculuğunun ilk adımı olarak görülebilir.
Türkiye, kişi başı çay tüketimi konusunda dünya lideri... Güncel verilere göre yıllık kişi başı çay tüketimi yaklaşık 3-4 kg arasında değişiyor, bu da günlük ortalama 10 bardak çaya denk geliyor. Çay, kültürümüzde misafirperverliğin bir sembolü, sosyalleşmenin ve sohbetin vazgeçilmez bir parçası. Anonim bir şiirde ne güzel dile getirilmiş: "Çay bardağında demlenir mi dertler? / Bir yudumda geçer mi bu kederler? / Belki biraz teselli verir içene, / ama dermanı dosttadır, gerçek derde.”
Yalnız çay mı bir zamanlar çoğu şey şekersiz veya az şekerliydi: Limonata sadece limon ve suyla yapılırdı, kola ise Türkiye’ye ilk geldiği günlerde bayramlarda, özel zamanlarda tüketilen nadir bir içecekti.
Tatlılar da bugünkü kadar "şekerli" değil, malzemelerin kendi lezzetinin ön plana çıktığı, o malzemenin hakkını veren, gerçek anlamda “tatlı” lezzetlerdi. Şeker, düşük kaliteli malzemelerin tadını gizlemek için değil, lezzeti tamamlamak, vurgulamak için kullanılırdı. Ekmekler ise rafine olmamış undan ekşi mayayla hazırlanır, taş fırınlarda pişer, sofralara sıcak sıcak gelirdi. Domatesler dalından koparıldığı gibi, güneşin tadını içinde barındırarak masamıza ulaşır, evde mayalanan yoğurtlar kaymağıyla, ekşiliğiyle, o özlenen kıvamıyla sofraları şenlendirirdi.
Ancak zamanla, tüketim alışkanlıklarımız ve üretim süreçleri dönüşüm geçirdi. Endüstriyel gıdaların yaygınlaşmasıyla birlikte, şeker ve katkı maddelerinin kullanımı arttı. Bu durum, geleneksel lezzetlerin giderek unutulmasına, yerini yapay, standart tatlara bırakmasına neden oldu. TÜİK verilerine göre Türkiye'de evde yemek yapma sıklığı son 10 yılda yüzde 15 oranında azaldı. Bu durum, hazır gıdaların ve fast food tüketiminin artmasıyla da paralellik gösteriyor. Raf ömrü uzun, görünümü kusursuz ama lezzeti sıradan ürünler, geleneksel yöntemlerle üretilen ürünlerin yerini aldı.
Bu değişim sadece gıdalarla sınırlı değil. Geleneksel sanatlarımız, müziklerimiz, danslarımız da modernleşme adı altında özünden farklılaşıyor. UNESCO'nun somut olmayan kültürel miras listesinde yer alan Zeybek, Horon gibi Türk halk dansları, günümüzde yapılan modern yorumlarla, içine farklı kültürlerden figürlerin katılmasıyla giderek aslından uzaklaşıyor. Bu durum, kültürel mirasımızın korunması ve gelecek nesillere aktarılması konusunda endişe verici. Ebru, hat, çini gibi geleneksel el sanatlarımız da unutulmaya yüz tutuyor, bu sanatları yaşatmaya çalışan usta ve zanaatkârlar, her geçen gün azalan bir kitleye hitap ediyor. Endüstriyel üretimin artmasıyla birlikte, el emeği göz nuru ürünlerin değeri azalıyor, yerini seri üretim, ucuz ve kalitesiz ürünler alıyor.
Benzer bir değişim rüzgârı sanat dünyasında da esiyor. Klasik sanat anlayışı, yerini modern ve postmodern akımlara bırakırken, bazı sanatçılar eserlerinde geleneksel motifleri kullanarak geçmişle gelecek arasında bir köprü kurmaya çalışıyor. Oysa Picasso, Dali gibi ustaların eserlerinde klasik sanatın etkileri açıkça görülür; onlar, geçmişin mirasının üzerine koyarak, onu inkâr etmeden kendi özgün üsluplarını ortaya koymayı başarmışlardır. Ancak, sanatın da ticarileşmesiyle birlikte, özgünlük ve estetik kaygılardan uzak, sadece şöhrete ve maddi kazanca odaklanan eserler de ortaya çıkabiliyor.
Tüm bu değişimler karşısında, sadeleşmeye, doğala, yani öze dönüşe duyulan özlem giderek artıyor. Peki, ne yapabiliriz? Bu yolculukta, yani özümüze dönüş yolculuğunda hepimiz çaba göstermeliyiz. Market raflarındaki ışıltılı paketlere, bağımlılık yapan tatlı vaatlere karşı; yoğurdu evde mayalamayı, ekmeği kendimiz pişirmeyi, domatesi dalından, mevsiminde koparıp yemeyi seçebiliriz. Yerel üreticilerden alışveriş yaparak soframızı gerçek lezzetlerle donatabiliriz. Sanatımızı, müziğimizi, dansımızı özünden ayırmadan yaşatmayı ve gelecek nesillere aktarmayı bir görev bilmeliyiz.
Bu sadece bir tercih meselesi değil, özümüzü koruma, kimliğimize sahip çıkma mücadelesi. Belki de bir fincan şekersiz çayın içimize doldurduğu o buruk tat, tıpkı bir pusula gibi, kaybettiklerimizi hatırlamak ve yeniden kazanmak için bize ihtiyacımız olan gücü ve yönü gösterecek. Bu yolculukta atacağımız her bilinçli adım, bizi özümüze, yani gerçek mutluluğa ve sağlığa bir adım daha yaklaştıracak.