Bu hafta bir kavramdan söz etmek istiyorum: “Urban Design Governance”. Türkçesi “Şehir Tasarımı Yönetimi”. Peki, ne anlama geliyor? Kamusal yarar gözetilerek şehirlerde yapılaşmaya kamu yaptırımlı müdahale anlamına geliyor. İnsanların çevrelerini nasıl şekillendireceğine dair felsefi, yasal, kültürel, içeriksel ve kişisel inanışları bütününü yansıtır, deniyor. “Şehir Tasarımı Yönetimi” tarihi çok eskilere dayanıyor. Örneğin, M.Ö. 600 yıllarında Atina’yı yöneten ve iz bırakan filozof Solon’un yasalarında yer alıyor; alan düzeni, evlerin konumu, duvarlar, çitler, kuyular nasıl olacak belirtiliyor ve belli tipte ağaçlar yetiştirilmesi öneriliyor.
Bir şehrin tasarımı nasıl yönetilmelidir, hangi kaygılar ve hedefler öncelikli olmalıdır diye sorulmuş ve aşağıdaki cevaplar elde edilmiş:
-
Sağlık ve güven içinde refah kaygısı taşıyan: Salgın hastalıklar ve yangınlar çok uzun süre şehirlerin tasarımına yön vermiş. Bina yoğunluğu, yollar çoğunlukla bu kaygılar altında tasarlanmış. Örneğin, ilk Lord Mayor* 1133 yangını sonrası hiç değilse yangının yayılma hızını ve zararı kısmen azaltır düşüncesiyle Londra’da evlerin yapımında tuğla kullanılmasını şart koşmuş (*Londra başta olmak üzere birkaç büyük İngiltere şehrinde seçimle göreve gelen, bizdekine eş belediye başkanı dışında bir de her yıl yenilenen ve büyük bir gösteri ile göreve gelen şehrin elçisi, yurt dışı temsilcisi kabul edilen kişi). Depremler, su baskınları gibi doğal afetleri öngörerek.
-
İşlevsel amaçlara uygun: Doğal ışığın (aydınlığın) dağılımı, hareket alanları ve gündelik kullanıma uygunluk gibi unsurlar tasarımda dikkate alarak.
-
Yapılan yatırımların geri dönüşünü hızlandıracak ekonomik faaliyeti teşvik edici: Sosyal amaçların yanı sıra, tasarım kararlarını yerel ekonomiyi harekete geçirecek örneğin karma kullanımı teşvik edici şekilde ele alarak.
-
Kimlik ve anlamı yansıtacak akılcılıkta: Şehirlerin ziyaret ve yatırım alanında bir diğeri ile rekabet halinde olduğu bir dünyada yapılaşmanın kalite ve imajını rekabet üstünlüğü sağlayacak biçimde planlayarak. Çok uzun bir süre Paris şehrinde yapı yüksekliği 37 metre ile sınırlı tutulmuştur. Ta ki 1973 yılında 59 katlı Montparnasse Tower yapılasıya kadar. Şehrin dış çeperinde, La Défense bölgesi gibi, yükseklikler tolere edilse bile merkez yine tarihi geçmişini yansıtacak biçimde korunmaktadır.
-
Yapılaşmada adaleti gözeten: Mücadele etmeden, korkmadan erişilebilir engelsiz bir çevre oluşturarak.
-
Mirası ve doğal varlıkları koruyucu: Belki de şehir tasarımında uygulama alanı bulan ilk kaygılardan bir tanesi, savaşlar dahil, mirası korumak olmuştur (bizim dışımızda!). Bugün de bu koruyuculuğu yasal destek ve zorlamalar ile sürdürerek.
-
Sosyal yarar öncelikli: İnsanların daha mutlu, daha güvenli, daha fazla vakit geçirmek isteyeceği yerleşimler planlayarak.
-
İklim ve ekolojik zorlukları dikkate alan: Dirençli yerleşimlerin nerede olması gerektiğini hesaplayıp ona göre yapılaşmayı öngörerek ve yapı kalitesini üst seviyede tutarak.
-
Yaşamaya değer güzel bir çevre için estetik unsurlara odaklanmış: Bir yerin “güzel” kabul edilmesi, görsel kalitesinin arttırılması için uğraşarak.
Onca şehir plancısına, onca imar mevzuatına rağmen bizim şehirlerimiz nasıl bu kadar kötü yapılaştı? Bir bölü bilmem kaç bölge planlarına, imar planlarına rağmen nasıl bu kadar kötü, yaşanamaz çevreler oluşturduk? Nasıl kıydık mirasımıza? Nasıl nefes alamaz hale getirdik? Hangi yönetim anlayışı bizi bu hale getirdi? Yıkıp yeniden yapalım desek o da yetmiyor, karşımıza “İstanbul Fikirtepe Seddi” dikiliyor. Turist fukarası İzmir, körfezi çepeçevre saran yalıları yakıp-yıkıyor yerine dip dibe, arasından hava geçmez yüksek binalar dikiyor. Şehrin göbeğinde tek nefes alacak yeri, Kültürpark’ı daha nasıl ağaçlandırırım diye değil nasıl yapılaştırırım diye düşünüyor.
Çoluğuna çocuğuna yaşanabilir bir çevre bırakmıyorsun amma diğer yandan o iyi okusun, iyi eğitim görsün diye dünya yatırım yapıyorsun. Bu nasıl bir yaman çelişkidir ki? Anlayışı gelişsin, öğrensin sana beddua etsin diye mi? Bu nasıl akılsızca bir hırstır anlamak mümkün değil. Bir de sıkılmadan “sürdürülebilirlik” ahkâmı kesersin. Şehrin yapılaşma, yerleşme geleceğini yok etmişsin, etmeyi de sürdürüyorsun, gelecek kuşaklar senden neyi devralacaklar? Düşündün mü? Düşünüyor musun?
Haftanın Örneği: UTRECHT, HOLLANDA
UTRECHT 570 bin nüfuslu bir Hollanda şehri. Roma döneminde kurulduğu günden beri şehir surlarla ve Catharijnesingel adı verilen bir dış kanal ile çevriliymiş.1958 yılında yapılması planlanan çevre yolu nedeniyle su kanalının ortadan kalkması ihtimali belirmiş. Uzun süren tartışmalardan sonra, 1969 yılında ana trafik arteri olması nedeniyle kanaldaki su boşaltılmış. 70’li yıllar boyunca sürdürülen benzeri operasyonlar sonucu şehirdeki kamusal alanlar ciddi oranda azalmış. Bu müdahaleler sonrası araç trafiği lehine yapılan tasasruflar şehirlinin tepkisini çekmiş ve kanalın yeniden hayata geçirilmesi için mücadele başlatılmış.
80’li yıllarda yaşanabilirlik ve yayalaştırma adına belki de Hollanda’nın en kapsamlı dönüşüm projelerinden biri bu şehirde planlanmış, Catharijnesingel kanalının yeniden yaşama döndürülmesi de bu planın bir parçası olmuş. 2002 yılında yapılan bir referandum ile şehirli planı onaylamış ve çalışmalar başlamış. Kanalın iptaline sebep olan araç trafiği başka tarafa kaydırılmış ve kanala tekrar su verilmiş. Kanal kıyısında yürüyüş yolları yapılmış, ağaçlandırılmış ve doğa tekrar canlanmış. 1999 yılından beri iki yılda bir verilen “Avrupa Kamusal Alan” ödülü 2022 yılında bu proje nedeniyle Utrecht şehrine verilmiş.