2023 Türkiye için önemli bir seçim yılı. Seçim sonuçlarına göre ülke siyaseten, hukuken ve iktisaden çok farklı kulvarlara evrilecek. Her ne kadar iktisatı siyaset ve hukuktan tamamen soyutlamak doğru (ve de mümkün) değilse de, şu noktada salt iktisat politikası tarafındaki olası yön değişikliklerini irdelemekte fayda var. Esasen mevcut hükümet iktisat politikasındaki yön değişikliğini gerek ekonomi yönetimi kadrolarında yaptığı değişikliklerle, gerekse de piyasa ve kredi sistemine giderek daha çok müdahil olduğu yöntemlerle 2018 yılından beri (kısa bir geri adım atma dönemi dışında) belli etmişti. Ancak uygulamadaki keskin farklılık (epistemolojik kopuş) yükselen enflasyon ortamında “faizin sebep, enflasyonun sonuç” olduğu iddiasıyla MB’nin 2021 Eylül’ünde TL faizleri düşürmesiyle net olarak ortaya çıkmış oldu.
Seçim sonuçlarını bilmesek bile Cumhurbaşkanlığı sistemi nedeniyle sonuçların sadece 2 neticesi olacağını biliyoruz: Ya mevcut Cumhurbaşkanı ile devam edilecek, ya da muhalefetin ortak adayıyla. Muhalefetin adayının seçilmesi durumunda da aslında ekonomi yönetiminde pek bir sürpriz olmayacak ve hatta artık tüm çevreler tarafından istenen belirsizliklerin ortadan kalktığı ve öngörülebilirliğin geri geldiği bir sisteme dönülecek. Bunu muhalefet kanadının ortak açıklamalarından net bir şekilde görebiliyoruz. Kısaca özetlersek TL’yi koruyan gerçekçi bir para politikası, bununla beraber enflasyonda ve ekonomi genelinde artacak olan öngörülebilirlik ile birlikte elverişli bir yatırım ortamının tesis edilmesi ve ağırlıklı olarak doğrudan yatırımlar olmak üzere yabancı yatırımların özendirilmesi.
Bu noktada bazıları muhalefet tarafından şu anki hükümetin 2002-2013 dönemine benzer bir “ortodoks” politika izleneceğini düşünebilir. Ancak o dönemde Türkiye istatistiksel olarak yüksek büyüme göstermiş olsa bile, söz konusu politika büyük yanlışlar da içermekteydi. Rezerv biriktirmek için kullanılması gereken dövizler patlayan ithalat ve ucuz Çin mallarıyla çarçur edilmişti. Emtia ve enerji fiyatları son 2 senedir yaşadığımız yüksek seviyelerinin çok daha altında olmasına rağmen anormal yüksek cari açıklar ortaya çıkmış ve bunlar dış borçlanma ile finanse edilmişti. Ülke ekonomisi hızla sanayisizleşirken (bir dönem sanayinin toplam GSYH’deki payı yüzde 15’lere kadar düşmüştü), enflasyonu düşük tutma maksadıyla TL’nin anormal derecede değer kazanmasına göz yumulmuştu. Ancak muhalefet kendi saflarında oldukça deneyimli ve liyakatlı ekonomi kadrolarını bir araya getirmiş gözüküyor. Bu kadroların ise “ortodoks” ekonomi yönetimine geri dönme adı altında, bugünkü iktidarın o gün içine düştüğü hataları tekrarlama ihtimali olduğunu düşünmüyorum.
Asıl belirsizlik konusu ise kazanması durumunda mevcut iktidarın seçim sonrasında nasıl bir yol izleyeceği. Ortodoks (ve hatta heterodoks) ekonomi kuramına taban tabana zıt “faiz sebep, enflasyon sonuç” tezinin doğru olmadığı tecrübeyle yaşanmış bulunuyor. Bu durum karşısında hükümet bozulmuş olan dengeleri tutturabilmek için pek çoğu da artık piyasa-dışı ve “ad hoc” olarak nitelendirilebilecek yöntemlere yönelmiş durumda. Öyle ki, belki mevcut iktidar kadroları böyle düşünmese bile, yerli ve yabancı iktisatçıların büyük çoğunluğu şu anki ekonomi politikasının sürdürülemez olduğu konusunda hem fikir. Hal böyle iken, hâlâ seçim sonrası ile ilgili net bir iktisat politikası ortaya konmamış durumda.
Sonuçta seçime giderken şöyle ilginç bir durum söz konusu: Mevcut yönetimin devam etmesi durumunda seçim sonrasında nasıl bir ekonomi politikası izleneceği konusunda önemli bir belirsizlik var. Muhalefetin iktidara gelmesi durumunda ise izlenecek politikalar çok daha net ve öngörülebilir. Genellikle tüm dünyada siyasette mevcut iktidarların devam etmesi durumunda izlenecek ekonomi politikaları daha belli, muhalefetin kazanması durumunda ise daha belirsizdir. Bizde ise tam tersi bir durum söz konusu.