Ciddi insanların nasıl düşündüklerini anlamak için detaylara dikkat etmek gerekiyor. Mesela Carl Schmitt: Her cümlesini düşünerek yazdığını varsaymak durumundayız. Örneğin Hobbes üzerine yazdığı kitapta kritik bir noktaya kadar ilerlemişti. Non externa cogunt Deos burada Schmitt’in Seneca’ya verdiği referanstır. Seneca bu sözü İmparator Nero’nun yüzüne söylemiştir: “İlahi olan dışarıdan dayatılamaz”. Dışarıdan dayatılıyorsa ilahi değildir anlamındadır ve Nero’nun zorba olduğunu, imparatorluğunun ilahi olmadığını söylemektedir ki bu zaten, en azından törensel/litürjik anlamda Pontifex Maximus –Baş Rahip- olan imparatora “sen ehil değilsin, yönetemezsin” demektir. Bu cumhuriyetçi tez Schmitt’in elinde son derece tehlikeli bir şekilde ters çevrilir: Devletin –Leviathan; Mortall God- gücü ve corpus mysticum oluşu dışarıdan dayatılamaz. İç dünyada düşünülenler ve dışa vurulanlar ayrımı –yani kamu/özel ayrımı- yapıldığı anda özel olan kamuya açıklanana üstün gelecektir. Hobbes’un ‘kamusal alanda açıklanmadığı takdirde özel dünyada farklı inançlar olabilir’ demesi son tahlilde Leviathan’ı yıkan “çatlak” olarak belirtilir.
Leo Strauss daha da öteye giderek bireye en küçük bir hak –ius- bırakmak istememekte, ius naturale izleğinin Aydınlanma düşüncesinde tepe noktasına ulaştığını, insanın ‘doğal hakları olabileceği’ teziyle insanın ‘düzelebileceği’ tezinin ikiz olduğunu savunmaktadır. Bilindiği gibi insanın (eğitimle vb.) düzgün bir varlığa dönüşebileceği tezi Strauss tarafından şiddetle reddedilir. Strauss’a göre insan doğası gereği kötü bir varlıktır ve ancak sınırsızca uygulanacak en katı otoriter yöntemler sayesinde bir civitas içinde yaşayabilir veya zorla yaşatılabilir. Bu açıdan Strauss’un yeterince, daha doğrusu tutarlı biçimde otoriter bulmadığı Schmitt ise sonradan yaptığı düzeltmede Leviathan’ın “yanlış mit seçimi” olduğunu imlerken, aynı zamanda kamu/özel ayrımı yapıldığı anda “liberalizmin” davet edildiğini ve liberalizme alan açan bir devletin çökmeye yazgılı olduğunu savunmaktadır. Bu derece açık bir “devlet özel alan bırakmamalı yoksa eninde sonunda çöker” savunusu, sevmediğimiz ve pek kullanmadığımız bir terimle, “totaliter” bir rejimden başka hiçbir anlama gelmez. Mussolini 1932’de “Faşist devlet kişiliğin en yüksek ve güçlü biçimidir. Liberal devlet gibi sadece kontrol etmek/gözetmenlik yapmakla yetinmez; iradeye de zekâya da nüfuz eder, insanın tüm iç dünyasını faşizmin disiplini ve normu düzenler. Eylem adamının da düşünürün de sanatçının da bilim adamının da temel ilham kaynağını faşist ideoloji oluşturacaktır” diye yazmıştı. Oluşturabildi mi? Elbette ki hayır. İmkânsız bir projedir.
Aynı tema, özel alan meselesi, SSCB’nin çözülüşü sırasında ve sonrasında Timur Kuran tarafından kullanılmıştır: “Özel hakikatler, kamusal yalanlar” söz konusudur. Hobbes, ‘kamusal alanda Hristiyan görünmek yeterlidir’ diyerek “çatlağa” yol açmış, bireye içine çekilerek “gerçek bir varoluş” sürdürebileceği bir alan açmıştır. Ama Schmitt ekler; foris ut moris, intus ut libet. İçten gelen duyu bir adet/gelenek/alışkanlık iken, dıştan gelen/dışarıya açıklanan motif keyfe keder bir nitelik taşır. Kalpten inanmazsan inanmıyorsundur. Leviathan gerçekten de Mortall God ise ona ve “mucizelerine” kalpten inanılmalıdır; ancak o zaman “hakiki” olabilir. Devlete inanç “hakiki” değilse Leviathan Mortall God olamaz; olsa olsa Ex Machina olabilir. Bu “suni dev” yürekten inanılmadığı sürece zayıftır. Schmitt burada toplum sözleşmesi kurgusunun liberal özüne işaret etmek istemektedir. Sözleşme yoktur aslında; sadece yükümlülüklerin kabul edilmesi zorunluluğu vardır. Hak yoktur –ius; buradan devam edersek Iustitia da yoktur- sadece lex –yasa- vardır.
Schmitt’in Hobbes kitabında Rosicrusian –17. Yüzyıl başında Almanya’da çıkan ve Protestanlıkla Katolikliği yeniden birleştirerek din savaşını bitirmeyi de amaçlayan Gül Haçı akımı- referansını kullanmış olması tuhaf bulunabiliyor –arada bir aşağılayarak bahsettiği “Yahudiler” gibi. Örneğin Moses Mendelssohn’dan bahseder ama hemen arkasından Yahudi olmayan Johann Georg Hamann’ın “Yahudiye” entelektüel açıdan üstün olduğunu söylemek için bahseder. Rosicrucian göndermesi de kafa karıştırmak, Nazi ideolojik borç çorbasına bir tutam biber serpiştirmek –ve kendisini garantiye almak- amacıyla kullanılmış olabilir. Muhtemelen daha doğru olan yorum Schmitt’in burada “üçüncü göze” gönderme yaptığı, tüm Avrupa’da yenilenmiş bir istekle Latin ve Yunan klasiklerinin yerel dillere çeviri faaliyeti hızlanmış iken –emblemata bir örnek- hala “teatral”, görsel etkilere başvuran Gül Haçını unutmadığı olabilir. Schmitt’in tam da içsel-özel/dışsal-kamusal ayrımını yaptığı bölümde görünebilir/görünemez karşıtlığını da aynı cümleye yerleştirmesi “ışığın” –lux ve lumen- macerasını dikkate aldığını gösteriyor. Schmitt Strauss değildi.