2021 yılında Almanya’nın büyümesinin yüzde 0,5’i tek bir şirketten, Biontech’ten kaynaklanacakmış. Biontech Almanya’da kurulu bir biyoteknoloji şirketi. COVID-19’a karşı etkili bir aşıyı üstelik yeni bir yöntemle ilk geliştiren şirket.
Biontech’in kurucuları Türk. Türklerde belirgin bir gariplik olmadığının, hadisenin doğrudan yatırım iklimi ve sanayi politikası destekleri ile alakalı olduğunun da kanıtı aslında ortadaki sonuç. Doğru. “Kader gayrete aşıktır” derler ama o gayreti hangi ortamda gösterdiğiniz de önemli sonuçta.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen “Yeşil Mutabakat AB’nin büyüme ve istihdamı artırma gündemidir” dediğinde Aralık 2019’daydık. Ama daha 2018 yılında Berlin’de Küresel Biyoekonomi Forumu’nda Almanya’nın Federal Araştırma Bakanı Anja Karliczek “Ürün odaklı çalışmak üzere biyoekonomiye ayrılan kamu kaynaklarının artırılacağını” açıklamıştı. Demek ki, Biontech’in mRNA aşısını Almanya’da geliştirmiş olmasının bir nedeni var.
Bu arada, 2020 Forumu’nda da Sanayinin Biyolojizasyonu (Biologization of industry) sanki daha bir revaçtaydı. Ne demek? Şirketin sonunda bitoteknoloji vasıtasıyla ürünün karbon ayak izini küçültmesini sağlayacak sanayi politikası çerçevesi.
Ne demek? Sektörel değil, bölgesel hiç değil, yalnızca teknoloji odaklı da değil, yeni teknolojilere dayalı olarak bir ürün geliştirecek ve işe yarayacak bu ürünü ticarileştirebilecek şirketlerin desteklenmesi. AB’nin Horizon 2021 projelerine de artık benzer bir biçimde bakmak gerekiyor. Yanında şirket olmadan, üniversitelerde araştırma yapmak değil amaç. Amaç ticarileştirme .
Doğrusu ben, bu örneğin, çağımızda, sanayi politikasının nasıl tasarlanacağı meselesine ışık tuttuğunu ve daha iyi incelenmesi gerektiğini düşünüyorum. Merak edenler Çin’in “Made in China 2035” planına da yakından bakabilirler aslında. Aklın yolu bir sonuçta.
Şoka ne kadar hazırlıksız yakalanırsak, firmalarımıza, çalışanlara, hepimize etkisi o kadar şiddetli olur
Geçen hafta, “yeşil mutabakat, 1974 petrol krizinde olduğu gibi, stagflasyona yol açar mı?” diye sormuştum. Sonuçta aynı o yıllarda olduğu gibi sistemde hidrokarbon fiyatlarını yükselterek, arz yönlü bir şok yaratmak hedefleniyor. Emisyon Ticaret Sistemi (ETS) ya da karbon vergisi denilen petrol/kömür fiyatlarını pahalılaştırmak ve insanları bu kaynaklardan uzaklaştırmak aslında.
Neden? İnsani aktivitenin gezegenimize olan uzun dönemli maliyetini azaltmak için. Hadisenin 1974 gibi olmamasını sağlayacak olan, kapsamlı bir geçiş dönemi planı ortaya koymak ve bir an önce işe başlayıp geçişe toplum olarak hazırlıklı olmak. İşte bugünün konusu bu esasen.
Aralık 2020’de ilk yazdığım, “Paris İklim Anlaşmasını Onaylama” meselesi bir an önce hazırlıklara başlamak içindi. O vakit daha, AB’nin 55’e Uyum paketi yoktu, gündem daha somutlaşmamıştı. Daha Sınırda Karbon Vergisi (SKV) düzenlemesi şekillenmemişti. Türkiye, bu konu her açıldığında “Bizi önce bir Ek1 listesinden çıkarın” demeyip, hadisenin içeriğine odaklanmış olsaydı, bugün daha hazırlıklı olurduk.
İklim değişikliği konusunda aklımızda bir çerçeve olsaydı, dersimize çalışmış olurduk. Mesela “ben kömürle elektrik üretilen termik santrallerden şu kadarını kapatıyorum 2030’da” demeden, ortaya somut bir hedef koymadan, olası elektrik ihtiyacını hangi kaynaklardan sağlayacağınızı, bunun için ne tür yatırımlara ihtiyacınız olduğunu, bu yatırımların nasıl finanse edilebileceğini düşünmeye başlayamazsınız. Önce ilk adımı atmak, niyet etmek gerekir.
Hâlbuki hadisenin kendisini düşünmeye başlamış olursanız, bu konu her açıldığında, “bizi önce ek1 listesinden çıkarın” demek yerine, “bu değişimi Türkiye gibi bir ülkede gerçekleştirebilmek için 2018’de bize önerdiğiniz 3 Milyar Euro yetmez, 13 Milyar Euro’ya ihtiyacımız var” diyebilirsiniz.
Sanki hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi beklemek, yalnızca memleketin yiyeceği şoku büyütür. Memleket dediysem, bizim şirketler, bizler, hepimiz.
Türkiye karbonsuzlaşmadan, Avrupa karbonsuzlaşamaz
Şimdi ne yapmak lazım? Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki Gümrük Birliği düzenlemesi Yeşil Mutabakat gündemi sonrasında iyice işlevini yitirdi. Şimdi ortada dün olmayan bir ikiz dönüşüm gündemi var: Yeşil ve dijital dönüşüm.
Gümrük Birliği düzenlemesi Türkiye’yi uzun süre Uzak Doğu rekabetinden koruyarak, Türkiye’ye vakit kazandırdı. Artık Gümrük Birliği Modernizasyonu’nun yeni bir manası var: Türkiye karbonsuzlaşmadan, Avrupa karbonsuzlaşamaz.
Burada gümrük birliği düzenlemesi yerine, Türkiye-AB ekonomik işbirliğini bir Serbest Ticaret Anlaşması (STA)’ya çevirmek kötü fikir. Öncelikle Türkiye’nin Avrupa değer zincirlerinin ayrılmaz bir parçası olmasını sağlayan gümrük birliği düzenlemesiydi.
İkinci olarak ise, ancak gümrük birliği gibi kapsamlı bir düzenleme olduğunda gelişecek yeni değer zincirleri ile iklim değişikliği konusunda, AB Türkiye üzerinde daha dönüştürücü bir etki yaratabilir.
Üçüncüsü, Türkiye Avrupa değer zincirlerinin parçası olarak petrol üreten çevre ülkelerden iş modelini kaybedecek olanlar için dönüştürücü bir rol oynayabilir. Yeni gümrük birliği modernizasyonu çerçevesi, AB ile Türkiye arasında yeni bir ortak gelecek tasavvuru oluşturacak derinlikte. Oluşum haline yeni müktesabat, bir nevi.
Dün yaptığımız etki analizlerini şimdi bu yeni meseleyi merkeze oturtarak yenilemek gerekiyor. Bu çerçevede, Türkiye’nin karbonsuzlaşmasının Avrupa’nın karbonsuzlaşmasına katkısını rakamsallaştırmakta yarar var.
Yapılacaklar ortada. Önce Türkiye’nin 2015’te ilk imzacılarından olduğu Paris İklim Anlaşmasını onaylanacak. Sonra somut ve iddialı hedeflere sahip bir yeni niyet belgesi hazırlanacak. Böylece sanayi politikasından enerji politikasına, eğitimden tarım politikasına tüm hedeflerimizi görür hale geleceğiz ve intibak planlarını yapacağız.
Ama galiba en başta artık imhadan ihyaya geçtiğimizi idrak etmemiz gerekiyor. 1949’dan beri en derin küresel yeniden yapılanmayı ıskalamamak için artık yeniyi inşa dönemine geçiyoruz.