Özel mülkiyetin kaldırılması ve merkezi plan gibi zamanında öne çıkarılan tezler aslında önemsiz konjonktürel eklerden ibaretti. Solun öz tanımına dâhil değildir. Esasen merkezi plan Birinci Dünya Savaşı Alman ordusunun silahlanmasının ve iaşesinin sağlanmasında kullanılan provizyonizmin sistematikleştirilmiş bir uzantısıydı. 1920’lerin Sovyet dünyasında mecburiyetten ortaya çıkmıştı. Adım adım ilerlemiştir ve asla sanıldığı kadar sistematik olmamıştır. Özel mülkiyetin her şeyden sorumlu olduğu teziyse açıkça dini bir nitelik taşımaktadır. Bu o kadar açıktır ki üzerinde durmaya değmez. Tek parti sistemi zaten terimde çelişkidir ve hem demokrasi yokluğuna işaret eder hem de tek partide mecburen pek çok parti bir arada bulunur. SBKP dağılmaya yüz tuttuğu zaman içinden en az iki, hatta üç-dört partinin (ideoloji, program) çıkmış olması bunun açık kanıtıdır.
Yani 20. Yüzyılda pratiğin ittirmesiyle oluşan sosyalizm modeli ya da devlet mülkiyeti/merkezi plan/tek parti bileşkesi tarihe karışmıştır. Bu kadarı net; zaten herkes en az 30 senedir görüyor. Ancak durum daha da vahim olabilir. An itibariyle sol sadece devlet mülkiyeti/merkezi plan/tek parti bileşkesinin oluşturduğu 20. Yüzyıl (Sovyet) modelinin mutlak başarısızlığının açık olduğu bir noktada değil, öze ilişkin tezlerinin de ‘yenildiği’ –yani aşırı iyimser olduklarının görüldüğü- bir aşamada bulunuyor. Üzücüdür ama böyledir. Nelerdir bunlar?
Önce klasik sağ akımlara kısaca göz atalım. Almanya’da “muhafazakâr devrim” ne kadar Nazizm’i kapsayan ve aşan, zengin ve entelektüel açıdan gelişmiş bir sağcılık türü idiyse Fransa için de Renan’dan Taine’e, Barrès’ten Drumont, Maurras, Soury ve Bourget’ye –son derece ilginç ve hakkı yenmiş bir düşünür olan Sorel’den geçerek- uzun bir sağ tarih söz konusudur. Fransa’da 1930’larda faşizmin iktidara gelememiş, hatta güçlenememiş ve güçlenebildiği, olgunlaşabildiği kadarıyla Halk Cephesi tarafından durdurulmuş olması bu gerçeği ortadan kaldırmaz. Bir ara dönem olan Dördüncü Cumhuriyet (1946-1958) ne kadar renksiz ise uzun Üçüncü Cumhuriyet (1870-1940) o derece dalgalı ve heyecan vericidir. Üçüncü Cumhuriyetin entelektüel tarihi sadece solun tarihi değildir; “devrimci sağın” da Katolik aydınların da 1920’lerde ve 1930’larda kimsenin yüzüne bakmadığı liberallerin de tarihidir.
Sol da sağ da laikler de Katolikler de “muhafazakâr devrimciler” de liberaller de bu tarihte farklı ve özgün iç dinamikleri olan siyasi ve kültürel akımlar olarak karşı karşıya, bazen de yan yana geldiler. Geldiler çünkü siyasi diller de, devrimin ve karşı-devrimin çeşitli temsilleri de hem karşı karşıya gelirler hem de iç içe geçebilirler. Mesela Renan hiç de “ilerleme karşıtı” değildir. Modern düşünceyi/aklı mükemmele yani geleceğe giderken ulaşılan zorunlu bir aşama gibi görmek tek yoldur demekte. Bununla bilinmeze gitmiş olmuyoruz. 19. Yüzyılda milliyetçiler ve sağcılar, hatta klasik aristokrat muhafazakârlar bal gibi ilerlemeci olabilmişlerdi. George Sand boşuna ‘umut bu yüzyılın imanıdır’ dememişti. Asıl önemli fikirler Aydınlanma ve ilerlemedir.
Bu böyleyken Aydınlanmaya karşı olan bir sol tarihsel olarak terimde çelişkidir. Tarihsel olarak böyle bir sol zaten var olmamıştır. Ancak tarihte pek çok bileşim mümkün olmuştur. Mesela Aydınlanmadan ilerleme fikrini alıp seküler bir teolojinin ister milliyetçi ister sosyalist sürümünde kullanabilirsiniz. Ernst Jünger de Maurras’tan etkilenmemiş miydi? “Muhafazakâr devrim” ile restorasyon ve karşı-devrim arasında geçişlilik ve iç içelik yok muydu? Açıkça görülen büyük farklılıklarına rağmen Avrupa sağı eninde sonunda Hitler’i “aristokratik muhafazakârlar”, klasik reaksiyonerler ile aynı safa koymuyor muydu?
Elbette aydınlanmaya karşı olmak asıl sağcı ve hatta gerici akımların ana temasıdır. Frankfurt Okulu’nun uzantılarının sonradan bu fikirle flört etmesi II. Dünya Savaşı ve Holocaust yüzünden uğradıkları hayal kırıklığı nedeniyledir. Ama basit ve normal sağcılar, örneğin Türkiye’de Osmanlı’nın son dönemlerinde önem verilen, Ziya Gökalp’in fikirlerinden kısmen etkilendiği –ama en çok Abdullah Cevdet’in etkilendiği- Gustave Le Bon Aydınlanmaya karşıdır. Görüşleri tipik biçimde sağcıdır çünkü sağ ve sol önce Aydınlanma üzerinden karşı karşıya gelirler. İlginçtir, sıradan bir düşünür olan Le Bon Osmanlı seçkinleri üzerinde bile muhtemelen en fazla bir elitizm tortusu bırakmıştı.
Aydınlanma karşıtlığı pek çok görüşten beslenir ve tıpkı aydınlanmanın tek bir blok oluşturmaması gibi yekpare değildir. Örneğin toplumun bir organizma olarak görülmesiyle “organik açıklama materyalizme karşı” formülü toplumsal tahayyüle yerleştirilmeye çalışılır. Burada “materyalizm” anlam kaymalarına uğratılarak faydacılık, bireycilik, hazcılık, egoizm anlamlarında kullanılmakta ve sosyalist akımların tarihsel anlamı da “pleblerin isyanı”, aşağı tabakanın egoistliğinin kanıtı, hak etmediğini almak istemesi olarak görülmektedir. Fransız Devrimi “son köle isyanıdır”. Le Bon aklı ne kadar aşağılar, hele kitlelerin asla akılla davranmadıklarını ne kadar sık vurgularsa, Nietzsche’de tepe noktasına ulaşan Fransız Kantçılığına ve Rousseau’ya karşıtlık ne kadar belirginleşirse, akıl dışına ve “mitlere” referanslar da o ölçüde artar. Keza Maurice Barrès de farklı bir tondan konuşmaz. Mesaj şudur: “Bizi biz yapan tutkuların, duyguların yanında akıl nedir ki!” Mitlerin siyasal kültürdeki işlevleri henüz Schmitt, Kantorowicz, modern edebiyat eleştirisi ve “yeni tarihselcilik” akımları gündemde olmadıkları için o dönemde el yordamıyla yeni yeni analiz edilmektedir ve burada orijinal düşünür Mussolini’yi de etkilemiş olan Georges Sorel’dir.
Bir başka düzlemde materyalizm ateistlikle –veya Kilise tarafından onun kadar kötü olduğu iddia edilen bilinemezcilikle –agnosticism- karşı karşıya konacak ve onların karşı kutbu olarak din, bazen de niteliği berrak olmayabilen bir tür spiritüalizm yerleşecektir. İrrasyonalizm doğal bulunurken, insan aklına ve insan doğasının iyi veya düzeltilebilir olduğuna inanmak büyük bir hata olarak yorumlanmaktadır. Bu tartışma Weimar Cumhuriyetine miras kalmıştır.
Sol ise, genel olarak, sosyal bilimlerde –geniş tanımlanmış- rasyonalite hipotezine bağlı kalır. Sağ ve sol, entelektüel düelloya öncelikle doğal haklar kuramı, insan doğasının niteliği ve insan aklına güven sacayaklarının oluşturduğu üçlü bir platformda başlarlar. Solculuğun derinde yatan temel tezi insanın kendisi istediğini söylese bile vazgeçemeyeceği doğal hakları olduğu tespitine ve insan doğasının mükemmelleştirilebilir ve iyileştirilebilir olduğu iddiasına dayalıdır. “Mükemmelleştirme” –perficiat; perfectio- Tommaso d’Aquino’nun –Aquinolu Thomas- akıl ve inancı bağdaştırma çabasını yansıtan ifadeleri arasında yer alıyor. 21. Yüzyılda teste tabi tutulan bu temel tezdir. Konumuz bu: Homo Sapiens aslında nedir?