Bir zamanlar yüksek reel faiz vererek yabancı sermaye akımlarını çekmek suretiyle TL’yi değerli tutup enflasyonu düşürmek ne kadar kolaycılığa kaçan bir yaklaşım idiyse, bugün eksi reel faiz verip TL’yi değersizleştirerek cari açığı kapatmaya çalışmak da en az onun kadar kolaycılığa kaçan bir politikadır. Bu politikanın mantığı “her malda olduğu gibi dövizin de bir arz-talep dengesi var, eğer döviz fiyatı çok yükselirse ithal ürünlere talep azalır, ihracat talebi artar, bu da doğal olarak cari hesabı dengeler” şeklinde özetlenebilir.
Öncelikle bu sav serbest piyasacı bir yaklaşımı para birimlerine uygulayarak (parayı da bir mal olarak görerek) en büyük yanlışı yapıyor. Diğer mallardan farklı olarak bir ülke para biriminin değerini o ülkenin merkez bankası belirler. Bastığı paraya verdiği reel faizi artırırsa para değerlenir, (şimdilerde yapıldığı gibi) eksi reel faiz verirse de para değersizleşir. Merkez bankaları da faizleri belirlerken cari enflasyona ve ileriye yönelik enflasyon beklentilerine, bir ölçüde de ekonomik büyümeye ve işsizliğe bakarlar. Kısaca, paranın değeri kendi başına piyasada belirlenmez.
Diyelim bir merkez bankası enflasyona falan bakmadan gözünü karartarak paranın değerini aşırı düşürerek cari hesabı dengeleme yoluna gitti. Bu süreçte mevduat sahiplerinin (çok doğal olarak) tasarruflarını başka bir para birimine aktarmalarını önlemek için de bazı enstrumanlar icat etti, pek çok da sınırlama getirdi. Böyle bir durumda bile cari hesapta dengelenme ancak diğer her ekonomik parametrenin sabit olduğu (ceteris paribus) bir durumda geçerli olabilir (o da belki!) Halbuki, ben size dış ticarette rekabet ve talep şartları, sanayinin ithalat bağımlılığı oranı (elektrik ve mazotu da dahil ederek tabii), dış ticaret hedefli sektörel bazda teşvik uygulamaları ve kapasite artırıcı yatırım imkanları, ülkenin dış borç seviyesi ve bunları ödeme takvimi, yabancı sermaye akımlarının konjonktürel ve ülke-spesifik risk iştahı gibi dikkate alınması gereken pek çok başka değişken sıralayabilirim. Tüm bunlar göz ardı edilerek “haydi TL’yi iyice zayıflatalım (=ülkeyi durduk yere fakirleştirelim), böylece döviz dengesi sağlanır, biz de düze çıkarız” şeklinde bir mantık yürütme doğru olmaz.
Yukarıdaki “durduk yere” ifadesini de durduk yere kullanmadım. Tabii ki, aşırı değerlenmiş bir para biriminde yapılacak anlık bir düzeltme cari dengede bir iyileşme sağlar. Ancak bizdeki durum hiç de öyle değil. TL’de son dönemdeki değer kayıplarını bir kenara bıraksak bile TCMB’nin hesapladığı reel efektif kur endeksinden de gördüğümüz kadarıyla 2013 yılından beri TL yabancı paralar karşısında zayıflamakta. 2018’de ise TL 80 değerinin de altına düşerek değersiz bir noktaya sürüklenmişti bile. Hal böyle iken, faizleri aşırı düşük tutmak suretiyle TL’nin son 1.5 senede iyice zayıflatılarak 47 değerine kadar geriletilmesi bize dış ticaret yönünden ne sağladı?
Kabul etmek lazım ki, bu soruya net bir cevap vermek zor. Bu süreçte Dünya tarihinde görülmemiş bir pandemi vakası yaşandı, küresel talep hızla düştü, tedarik zincirleri koptu, emtia fiyatlarında aşırı yükselişler oldu vs. vs. Ancak 2013-2019 arasında TL değer kaybederken (benim ihracat ivmesi konusunda en çok baktığım gösterge olan) ihracat miktar endeksinde ortalama senelik yüzde 5 artış kaydedilmekteydi. 2019’da ise bu artış yüzde 6.5’e çıkmıştı. Eğer pandemi kırılması olmasa ve bu trend aynı şekilde devam etse idi, 2021 yılında ortalama ihracat miktar endeksimiz 142.6 olacaktı. Gerçekleşme ise bunun sadece biraz üstünde 144.7 oldu. Kısaca, attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya hiç değmemiş gözüküyor.
Aşırı zayıflayan TL’nin bize sağladığı en önemli şey ise enflasyonun 3 haneli rakamlara doğru yükselmesi oldu. Gerek kendi ekonomimizin geçmişinden, gerekse de diğer GOÜ ekonomilerinden tecrübe ettiğimiz kadarıyla da enflasyon bu seviyelere çıktıktan ve kaçınılmaz bir ücret-fiyat sarmalına girdikten sonra, bundan kurtulmanın tek yolu inandırıcı ve şeffaf bir kemer sıkma politikası uygulanması olmak durumunda.